Kendi kendime, zaman hep geleceğe mi akar diye sorup durduğum günlerde, iki yanı birahanelerle dolu bir sokakta birdenbire burnumuzun dibinde biten kıpkızıl gözlere, titrek adımlara, ya da alkolün bozup dağıttığı bulanık omuzlara çarpmamak için zikzaklar çize çize yürüyorduk. Nurhan anlattıkça hatırlıyorum şimdi; yerler ıslaktı o gün, havada insanları birbirine yaklaştıran, bira kokulu, incecik bir serinlik vardı. Hatta, Füsun, koltuğunda taşıdığı ceketi omuzlarına atarken hafifçe titremişti. Sonra, masaların, sandalyelerin ve pelteleşmiş insan yüzlerinin arasından geçerek hep birlikte Dostlar’a girmiştik.
Yan masadakilerin kaçamak bakışlarıyla siyah giysili garsonların yapmacık gülümseyişlerinden oluşan kısacık bir törenin ardından, yol boyunca trafik lambalarıyla bölünen söyleşimiz yeniden başlamıştı. Fuat, bir yandan birasını yudumluyor, bir yandan da üst dudağından fışkırıp bütün yüzüne dağılan dikensi bıyıklarını oynatarak, sakin bir sesle, insani sözcüğünün yanlış kullanıldığını söylüyordu. Ona göre, bu sözcük insana özgü ne varsa ve daha neler olabilecekse hepsini kapsıyordu çünkü. Başka bir deyişle, Hitler’in fırınlarından Saddam’ın davranışlarına, Bush’un planlarından Füsun’un düşlerine kadar her şey insaniydi. Bu insanların yaptıkları kendilerinin birer uzantısıydı aslında. Bu nedenle de, insanlığın birer uzantısıydı. Dahası, Fuat, ayak altında yuvarlanan küçücük bir çakıl taşının bile bizim dokunuşumuzla insanileştiğini düşünüyordu. Ona göre, öyle değil miydi, bir çakıl taşına bakmakla biz biraz kendi dışımıza çıkmış ve varıp sessizce onun varlığına sızmış olmuyor muyduk? Ya da, herhangi bir nesne, bizim gözlerimizle algılanmakla biraz da bize dönüşmüş oluyor muydu? Öyleyse, insanın insani diyemeyeceği hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Var mıydı? “Bilmiyorum,” demişti Füsun birasını yudumlarken. Nurhan anlattıkça hatırlıyorum şimdi; bir ara, onca gürültünün patırtının içinde, ne kadar sürdüğünü bilemediğimiz derin bir sessizlik yaşamıştık. Nurhan’a göre, epeyce uzun sürmüştü bu sessizlik, oysa ben her şey gibi bu konudan da emin değilim. Hatta onun, ‘Evet, dördümüz de susmuştuk,’ deyişine de katılmıyorum. Belki haklıdır ama, o sırada ben Fuat’la Füsun’un konuşmalarını hala işitiyordum. Onlara bakmıyordum gerçi, gözlerimi karşımızdaki boş masaya dikmiş, gene kendi kendime, zaman hep geleceğe mi akar, deyip duruyordum. O anda bulduğum yanıtlar, hiç kuşkusuz varlığım kadar gülünçtü. Belki ellerime de benziyorlardı biraz, bira bardağına, ya da garsonların gülümseyişlerine de benziyorlardı. Bir keresinde, gözlerimi gene o boş masaya dikmiş ve zamanın tıpkı bir yol, ya da gökyüzüne tırmanan masmavi, kocaman bir ağaç gibi kollara ve dallara ayrıldığını düşünmüştüm. Bu varsayıma göre, insan her an bir kavşaktaydı; gördüğü, dokunduğu, yaşadığı, yaşayamadığı ne varsa onlara yaslanarak ya o yolu seçecekti, ya da ötekini. Tabii, bu seçim yalnızca belirlenen yolun gidiş yönünü göstermiyor, aynı zamanda ileride, yönlerin düğümleneceği başka kavşakların kaderini de çiziyordu. O gün orada, bu varsayıma kendimi fazlaca kaptırmış olmalıyım ki, bir an, dördümüzün de ayrı ayrı zamanlara doğru kaydığını düşündüm. (Nurhan’ın söz ettiği sessizlik o sırada başlamış olmalı.) Gözlerimi gene o boş masaya dikmiştim, Fuat’la Füsun, ortalıkta dolaşıp duran düşsel bir Freud eşliğinde, cinsel kimliğin farklı kimliklere dönüşebilirliğini tartışıyorlardı ve ben sessizliği gülünç kılan derin bir sessizlikle, kimseye sezdirmeden, yavaş yavaş o boş masaya doğru sürükleniyordum. Kapıldığım akıntının şiddetine bakılırsa masalarla sandalyeler, beyaz desenli lacivert vazolar, onlarla birlikte küllükler, güller ve güllerden yaratılmış gül tasarımları da peşimden sürüklenip gelecek gibiydi. Belki de, telaşa kapılan siyah giysili garsonların bakışlarına çarpa çarpa Fuat da sürüklenecekti yerlerde, Füsun da hatta çığlıklar atarak, Nurhan da. Oysa, benim sürüklenişimin dışında bunların hiçbiri gerçekleşmedi o gün, gerçekleşmiyordu; her şey hangi zamanın biçimini almışsa, onun içinde öylece duruyordu. Fuat’la Füsun’un sesleri seslerin gerisindeydi artık, söylediklerini ancak düşleyerek anlayabiliyordum. Bu yüzden, kendim konuşup kendim dinliyormuşum gibi haklı bir duyguya da kapılmıştım. Bu duygu, karşımızdaki boş masaya varıp oturduğumda da sürdü. Dahası, biraz da acıya dönüştü. Çünkü soluk soluğaydım ve yüzümü kaldırıp baktığımda, az önce bırakıp geldiğim masada, Fuat’la Füsun’un arasında oturan kendimi görebiliyordum. Üstelik, bir tuhaflık vardı oradaki bende, bunu seziyor, belki de hissediyor, ama anlayamıyordum. Ne kadar süre sonraydı bilmiyorum, birden, ellerimi fark ettim. Masanın üstünde, birbirlerinden habersiz iki yorgun yaratık gibi yan yana duruyorlardı. Buruşuktular. Hatta, eskisine göre, sapsarıydılar. Ölü bile denebilirdi belki, sırtlarına iki bıçak saplasan bir damla kan akmayacak bile denebilirdi. Ben gözlerimi onlardan ayıramıyordum bir türlü. Zaman ellerimdi de, bütün varlığımla onu izliyordum sanki. Parmak uçlarımdan başlayarak yavaş yavaş kendime doğru ilerliyordum hatta ve dirseklerime yaklaşırken de ansızın yoruluyordum. Masadan masaya sürüklenirken bir değişim geçirip yaşlandığımı da o zaman anladım işte ve bundan bir kez daha emin olmak istercesine yüzümü kaldırıp korkuyla karşı masaya baktım. Hala orda, gözlerimi buraya dikmiş oturuyordum. Bütün bu olup bitenler tuhaftı tabii; gene de, alışılagelmiş bazı mantık yürütmelerle bir açıklaması bulunabilir ve inanış düzenimizin çocuksu şaşkınlığı, birkaç tümcenin akla yatkınlığıyla o an için de olsa, ortadan kaldırılabilirdi. Ama ben, soluğu üç beş yılda kesiliverecek olan bir açıklamayı kabullenmeye hazır değilim. Kaldı ki, kendi kendime bir açıklama yapsam bile, hangi kendime yapacaktım? Masanın birinde genç, birindeyse yaşlı ve yorgundum. Ben bana, ben bana bakıyordum. Daha sonra, bu bakışım sırasında, ayrı zamanların çakışmasından apayrı bir zaman mı doğdu pek bilemiyorum ama, birdenbire kendimle göz göze geldim. Rakı bardağını kaldırıp gülümsedim. O da gülümsedi tabii. Derken, bir şeyler yazmak geçti içimden; kalemimi çıkarıp o buruşuk ellerimle peçetenin üstüne, ‘Düşlerimize günah derlerdi de, tenimiz yeşillendikçe her ayvada bir diş bırakırdık fitre yerine’ cümlesini yazdım. Onun altına da, ‘Bir kızın ellerinden ellerini uzatır da kimi zaman, bize dokunur zaman’ ve ‘Henüz ölmemiş ölüleriz’ cümlelerini sıraladım.
Sonra, peçeteyi katlayıp gömlek cebime koydum ve karşı masadaki kendime bir kez daha baktım. Hala tartışıyorduk. Bu kez konu romana gelmişti; Füsun, yüz çizgilerini allak bullak eden acayip bir hevesle, geçmişin ve geleceğin şimdide buluşacağı ve kahramanlardan birinin geleceğinin öteki kahramanın geçmişine dönüşeceği bir roman tasarısından söz ediyordu. Nurhan anlattıkça hatırlıyorum şimdi; Füsun, bu romanın ilk elli sayfasını yazdığını söylemişti. “O sessizlikten sonra,” diyor Nurhan, “hani az önce belirttiğim o sessizlikten sonra ne oldu biliyor musun?” “Ne oldu?” diyorum korkuyla. “Gerçekten bilmiyor musun, fark etmedin mi?” “Hayır.” Gülümsüyor bir an. Onun her şeyi anladığını düşünerek daha çok korkuyorum. “Karşımızdaki boş masaya bakıyordum,” diye sürdürüyor sözlerini. “Derken, masaya yaşlı bir adam geldi. Rakı içiyordu bu adam ve ikide bir gözlerini bizim masaya çevirip bana bakıyordu. Hatta, bir ara, önündeki peçeteye bir şeyler yazdı. Garsonun eline verip bana gönderecek diye korktum ama, bunu yapmadı.” “Ne yaptı peki?” diyorum. “Peçeteyi katlayıp gömlek cebine koydu,” diyor.
Kaynak: Zaman Kimi Zaman, HASAN ALI TOPTAŞ