Güneşin alevler saçan sarı tekerleri dönüyordu gökyüzü yollarında. Ve her dönüşünde kızgın küller sıçratıyordu yeryü­züne sanki. Her yan çakmak taşı gibi dokunan, keskin, kavurucu
sıcağın altında bir ölü sarılığında titriyordu. Her yan sessizdi, suskundu. Suskunluk, tutuşan gökyüzüyle bozkır kadar sonsuzdu orada.

Beyaz fötr şapkasının altında durmadan terliyordu atlı. Gözleri acıtacak kadar yakıcı, keskin sıcağın altında durmadan iki yanına bakıyordu. Bakıyordu ya, uçuşan çekirgelerle tozdan başka bir şey görünmüyordu. Gidilen yönü bilen köylü önden yürüyordu. Ufak tefek, kara kuruydu. Kendi halinde sessiz sakin biriydi. Saatlerdir yolda olmalarına karşın ikisi de konuşmuyordu. Birbirlerinden habersiz iki yolcudan farksızdılar.

Ufak tefek köylü, bir süre sonra, “Köye geldik beğim,” diyerek durdu birden. Memur, atının üstünde doğrularak bakındı çevresine. Ancak köye benzeyen tek bir yapı, ev göremedi çevresinde. Ot, saman, gübre yığını, oynaşan çocuklar, eşinen tavuklar, kazlar da göremedi. Uçsuz bucaksız düzlüğün üstünde köstebek yığınlarını anımsatan ufacık, kümbetimsi kabartılar vardı yalnızca. Şaşırdı. “Geldik mi? Hani köy nerede?” Elini saygılıca toprak kümbetlere doğru salladı köylü. “Aha işte burası!” Atlı Memur, bir daha bakındı, insana, yaşama dair en ufak belirtinin olmadığı kümbetlere. Kimse yoktu. Köylüler aşırı sıcaktan kaçmak için evlerine mi çekilmişlerdi acaba? O zaman evleri neredeydi? Tek bir dikili taş bile yoktu eve, yapı­ya dair. Yarınki “nüfus sayımı”nda, ev, hane yerine, toprağın yüzüne birer yoksulluk siğili gibi çıkmış o kabartıları mı sayacaktı yoksa? Sayım evrakının bulunduğu torbasını eline alarak atından indi Memur. Hamlıktan ağrıyan, uyuşmuş bacaklarını bir süre gerip açtı. O ara köylü, atı yedeğine alarak kümbetlerden birine doğru yürüdü. Elini ağzına doğru götürerek, yerin dibine bağırdı.

“Muhtaaar! Sayım Memuru geldi!”
Az sonra yerin dibinden bir insan başı çıktı toprağın yü­züne. Sonra da kasketi, boynu, ceketi, omuzları, iriyarı boyuyla Muhtar’ın kendisi göründü. Kasketiyle ceketi, gömleği eskiydi, solmuştu. Bir de kravat takmıştı boynuna. Buruş buruş olmuş kravatı, muhtarlığının kanıtıymış gibi duruyordu boynunda. Saygılı, içten bir davranışla konuğuna doğru yürüdü. “Ehlen ve sehlen! Hoş gelmişsen” dedi. El sıkıştı. Sonra toprak kümbete doğru yürüdüler. Elini geniş geniş sallayarak, az önce içinden çıktığı kuyu gibi deliğin ağzını gösterdi Muhtar.

“Haneme buyurun Afandi.” Sayım Memuru şaşırdı. Bir insanın sığabileceği daracık kuyunun ağzına baktı bir, bir de Muhtar’a. Cam gibi parlayan güneşin altında kuyunun dibi loştu. O loş karanlıkta nereye basacak, nereye, nasıl inecekti? Uzaktan da olsa bazı köyler görmüştü o güne kadar. Ama evleri yeraltında olan bir köyü de ilk kez görecekti şimdi. Muhtar, konuğunun şaşkınlığını anlamış gibi öne düştü. Onun elinden tuttu. Kazılarak basamak haline getirilmiş toprak merdivenlerden yan yan aşağı inmeye başladı. Memurun yumuşacık kadınımsı eli, Muhtar’ın yaba gibi iri, nasırlı, çatlak avuçlarının içinde kaybolmuş gibiydi. Ancak, o çatlak nasırlı el, yol göstermek için tuttuğu ele, öylesine saygılıydı ki. O yumuşacık, kadınımsı el, evine konuk gelen devletin eliydi Muhtar’a göre.
İnilen toprağın dibindeki evde gözleri karanlığa alışkındı Muhtar’ın. O evde, toprağın altında doğmuş büyümüştü çünkü. Yarın ölünce de o toprağın dibinden çıkarılacak, bir başka toprağın dibine gömülecekti. Konuk için durum öyle değildi ama. Güneşin altında saatler süren yorucu bir yolculuktan sonra, üç-dört metre yerin dibine birden inince, gözleri kararıp karıncalandı bir süre. Nereye basacağını, nasıl davranacağını bilemedi. Bir de burnuna dayanılmaz, çok yoğun, bunaltıcı, çok kullanılmış ağır bir soluk ve gübre kokusu çarptı. Bu koku, süt, pasta, krema ya da dondurma kokusu olsaydı bilirdi. Ayak kokusuyla, ter ve dışkı kokusunu da bilirdi.
Ama bu bayıltıcı, iğrenç kokunun ne olduğunu bilemedi. Gübrenin, terin, ağırlaşmış dayanılmaz soluk kokusunun, havasızlıkla rutubetin karışıp harman olduğu, o güne kadar da hiçbir yerde rastlamadığı, açıklamasını da yapamadığı bir kokuydu bu.
Loş karanlıkta çift çift parlayan gözler ilişti ilkin gözüne. Çok yaşlı, ak sakallı bir dede ile bir çocuk, bir de delikanlıya aitti o gözler. Çocuk, köye girdiği andan beri gözüne çarpan ilk ve tek çocuktu. Konuktan çekindi çocuk, kaçmak istedi. Ama kuyu gibi yerin dibinde nereye, nasıl kaçacaktı? Toprak duvarın dibine büzülüp sokuldu iyice, Muhtar’ın, “İçeri içeri!..” uyarısıyla yerinden kalktı, öbür odalardan birine geçti sonra. Odada denilemezdi buna pek. İnsan yüksekliğinde duvardan duvara gerilmiş ipin üstüne perde gibi atılmış kalınca bir çulun öbür yanıydı oda. Gözden kayboldu çocuk. Çul perde sallandı. Sallanan perdenin altından öküzler göründü o ara. O öküzler oraya, az önceki daracık kuyudan inmiş olamazlardı. Dik olmayan bir başka yolları olmalıydı. Aksakallı dede ile delikanlı, hemen ayağa kalktılar. Baş­larındaki şapkalarını çıkarıp ellerine alarak, karınlarının üstüne saygılıca bastırarak, konuklarını selamladılar. Konuğun yaşı, kimliği ne olursa olsun, en yaşlıları bile kalkardı ayağa. Gelen Tanrı misafiriydi çünkü. İki büklüm eğilerek, boyları­nı küçülterek, konuklarına olan saygılarını iyice göstermeye çalışırlardı. Yüzyıllardır süregelen ezikliklerinin bir tür dışa vurumuydu bu. Köylünün kentliye, okuyamamışın okumuş olana teslimiyetiydi. Bu saygıdan Sayım Memuru çok hoş­landı. Muhtar, köşede dürülüp bükülmüş duran bir çift kalın
yatağı eliyle yuvarladı, açtı. Yatağın başucuna çifte yastıklar koydu dayadı sonra.
“Afandi, buyur otur!”
Memur, yatağın üstüne kurulup oturdu. Dede, Muhtar ve delikanlı oğlu da yatağın ayakucuna, kupkuru yere saygılıca çöküp oturdular. Muhtar o kadar iriyarıydı ki, yerde oturmasına karşın, çift kat yatağın üstünde oturan Memur’un boyunu aşıyordu boyu. İriyarı olmaktan sıkılıyormuş gibi de kamburunu iyice çıkartıp kabartarak, boyunu küçültmeye çalışıyordu. Çok iri, parlak, kara gözleri vardı. Kaba saba görü­nümüne karşın çok da saygılı, içtendi. Toprağın dibine doğru genişçe oyulmuş odanın duvarları ak bir toprakla sıvanmıştı. Evin tavanı ufacık kubbemsi bir tepeye benziyordu. Tepenin üst ortasına, tepsi büyüklüğünde yuvarlak bir cam yerleştirilmişti. Camdan giren güneş ışığı tabana huzme gibi iniyor, içerisini aydınlatıyordu. Bir de duvara ne işe yaradığı bilinmez, ağaçtan, uzunca bir sırık dayanmış­tı. Öküzler sineklenmek için kuyruklarını sallıyor, salladıkçada çul perde arada bir sallanıyordu. O ara kubbedeki camdan inen güneş huzmesi kesildi. Akşam olmuş gibi karardı içerisi. Köpeğin biri gelmiş, tavandaki yuvarlak camın üstüne yatmış, camdan sızan ışığı kesmişti. Delikanlı ayağa kalktı hemen. Duvara dayalı uzun ağaçtan sırığı eline alarak, camın altına tak tak vurunca köpek kalkıp gitti. İçerisi aydınlandı tekrar. Duvar görevi gören çuldan örtü tekrar sallandı. Aralıktan bir kadın eli göründü. Delikanlı, elin uzattığı tahta kürsüyü alıp ortaya koydu. Aynı kadın eli bu kez tepsiyle göründü. Delikanlı tepsiyi de alıp kürsünün üstüne koydu. Çuldan örtü­nün gerisindeki kadınların kaç kişi oldukları belirsizdi. Yavaş seslerle konuşuyorlardı. Delikanlı, çuldan örtünün gerisinden uzatılan yufka ekmeği, ayran dolu tası, silme bulgur pilavıyla dolu bakır siniyi de alarak, meydan tepsisinin üstüne koydu. Ayrı tabak, kaşık, çatal, bardak, bıçak yoktu. Yufka, bulgur pilavı ve ayran … Üç kişi aynı siniden yiyecek, aynı ayran tasından içecekti. Muhtar, dede ve delikanlı meydan tepsisinin çevresinde bağdaş kurup oturdular. Konuk Memur, öylesi bağdaş oturuşlara alışkın değildi. Hem pantolonu dar geliyor, buruşuyor, hem de uyuşan ayaklarını arada bir uzatıp geriyordu.

Ama başka da çaresi yoktu. Karnı da açtı çok. Saatler süren yolculuk, bozkırın değişik temiz havası iştahını açmıştı. Kentten kahvaltı yapmadan ayrılmış, yolda karnının acıkacağını bile bile bir tek lokma almamıştı yanına. Niye alsındı ki? Köye konuk gidiyordu. Köylülerin konuklarını nasıl iyi ağırladıklarını, köy yemeklerinin eşsiz tadını çok duymuştu. Kızarmış tavuk, bol et, yoğurt, süt, yumurta, tereyağı, sıcacık tandır ekmeği … Zengin sofralarda ağırlanmak gibi alışkanlıkları biraz da memur yapılarında vardı zaten … Her zaman her şeyin en iyisi önlerine çıkarılsın, sunulsun isterlerdi. Ta Osmanlı’dan beri böyleydi bu. Vermeden almaya alıştırılmışlardı hep. Vermek ise yüzyıllardır Anadolu köylerinde var olan en zengin davranış biçimlerinden biriydi. İnsana saygı, ilkin vermekle başlardı çünkü. 

Memur konuk, önüne çıkarılan kupkuru bulgur pilavıyla ayranı görünce canı sıkıldı. Kızarmış et, tavuk da yoktu pilavın üstünde. Önündeki sofra, kentlerde sözü edilen zengin köylü sofralarının hiçbirine benzemiyordu. Sıkıntısını belli etmedi yine de. Karnı açtı çok. Yufkadan bir parça koparıp attı ağzına hemen. Kaşıksız, çatalsız bulgur pilavını nasıl yiyecekti ki?Muhtar’la yanındakilere baktı. Onlar yufkadan kopardıkları parçayı parmaklarının arasında dürüp bükerek küçücük ekmekten kürekler yapıyor, pilavı öyle yiyorlardı. Memur da öyle yaptı, ama beceremedi. Yufkayla pilavı avuç­layıp dolu dolu attı ağzına sonra. Bir-iki gevdi gevemedi. Diş­lerinin arasında korkunç bir çatırtı duydu. Ağzına attığı pilav değil bir avuç çakıldı sanki. Yan açık kalakaldı ağzı. Hani insanın ağrıyan dişinin arasına bir parça kaçar da, acıdan ağzını bile oynatamaz ya, öyle. Dahası bulgurda bir tek damla yağ yoktu. Kaynar suda haşlanarak lapa haline getirilmiş taşlı bir bulgurdu bu. Lokmayı ağzında gevmeye çalıştıysa da olmadı. Gevmeden de yutamazdı. Öğütülmüş taşlı çakıl pilavını ne diye yutsundu? Lokmayı avucunun içine gizlice alarak bakır sininin altına koydu.

Belki de pilavın her yanı taşlı değildir. Taşlı yanı benim önüme gelmiştir; diyerek yufkadan bir parça daha koparıp aldı. Pilavın kendi önüne gelen yerinden değil, tepesine yakın yerinden alıp attı ağzına. Hayır, boşunaydı. Bir sini bulgurun tümü taşlıydı. Lokmanın ilkini çıkarıp önüne koymuştu.
İkincisini de çıkarır koyarsa ayıp olurdu. Kinin yutarmış gibi kuru kuru yuttu lokmayı çaresiz. Kinin yutarken bir insanın ağrıdan, sızıdan kurtulma umudu vardı hiç olmazsa. Ya taşlı lokmayı yutarken? .. Nasıl yiyorlar diye Muhtar’la yanındakilere baktı. Onlar, lokmalarını gevmiyorlar, avurtlarını şişire şişire ağızlarının içinde yuvarlayıp sulandırdıktan sonra, boyunlarını sündüre sündüre yutuyorlardı. Ardından da bıyık ve sakallarını batıra hatıra iri ayran tasını başlarına dikip içiyorlardı. Sayım Memuru’nun iştahı kaçtı. Vazgeçti pilavı yemekten. Yufka ekmekle karnını doyurmaktan başka çaresi yoktu. Yufkayı ağır ağır çiğnerken, “Önüme koyduğun da yemek mi?” dermiş gibi baktı Muhtar’a. Muhtar ayrımındaydı her şeyin. Ama konuğunun halini görmezlikten geldi ilkin. Başı­nı önüne eğerek, konuğunun bakışlarından gözlerini kaçırdı.
Hani çaresiz kalmış insanlar olur da, bir şeyi yapmayı istedikleri halde bir türlü yapamazlar, öyle. Sonunda konuğunun bakışlarına yakalandı. Göz göze geldiler. O göz göze gelişte dev yapılı Muhtar’ın iri, parlak gözleri, öylesine geriledi, söndü, biçareleşti ki. Yenik düşen bakışlarını önüne düşürdü sonunda. Elinde olmayışın, yoksulluğun gözleriydi onlar.
Bir ara, “Yeseydin Afandi!” diyecek oldu ya, sesinin tümü utançtı. Memur, sohbet olsun diyerek,
“Muhtar, nasıl, köyünüzde nüfus çok mu? Yarın işimiz uzun sürer mi?” diye sordu. 

“Sürmez Afandi. Nüfusumuz azdır,” dedi Muhtar. Konuk sevindi. “İyi iyi. Yarın öğlene sayımı yapar bitirir, sonra da atıma atlar, bu Allahın belası yerden bir an önce çeker giderim!” diye geçirdi içinden.

Taşlı bulgurla ayran bitti. Muhtar’la yanındakiler her şeyi silip süpürdüler. Meyveye, kavuna, karpuza benzer bir şeylerin gelmesini boşuna bekledi konuk. Delikanlı, boşalan tepsiyi altının kürsüsüyle birlikte kaldırdı. Çuldan örtünün altından kadınlara veriverdi. Yukarı delikten iki köylü indi o ara. Sayım Memuru’na aynı saygı ve içtenlikle selam verip bir kenara oturdular. Çay geldi. Muhtar, ayağa kalkarak topraktan duvarın içine dolap gibi oyulmuş oyuktan çay bardaklarını indirdi. Bardaklar, altlıklannın içine yıkanılmadan ağız aşağı ters konulmuştu. Daha önce içilen çayların sularıyla durdukları için altlıklanna yapışmışlardı. Bardağı kaldırınca altlık da birlikte geliyordu. Buna da sesini çıkarmadı konuk. Bardaklara çay konuldu. Altı kişiye dört kesmeşeker vardı ortada. Şekerin birini konuk aldı. Muhtar’sa şeker topağını parmakları arasında ezdi, dörde böldü. Parçaları birer birer konuklarına vererek çaylarını içmeye başladılar.
“Farkında olmadan bir kusur mu işledim de, Muhtar bile bile önüme böyle taşlı bulgur çıkardı acaba?” diye düşündü konuk. Hem sohbet olur, hem de nedenini öğrenirim diyerek sordu.
“Yahu Muhtar,” dedi. “Kusura bakma ama, aklıma bir şey takıldı. Şurada bin yılın başında köyünüze bir yolum düş­tü. Konuğunuzum. Yoğurttan kaymaktan vazgeçtim. İnsan şöyle taşsız bir bulgur pilavı yapar da önüme öyle koyar be yahu? İki kaşık yağ cızırdatır da üstüne döker. Ben her zaman evinize gelip giden biri değilim. Niye böyle yaptınız? Acaba farkında olmadan bir kusur mu işledim de böyle önüme bile bile taşlı bulgur çıkardınız?” Keşke bu soruyu sormasaydı. Dev yapılı Muhtar’ın yüzü durdu ilkin. Hiç beklemediği bir soruydu bu. Saf saf bakakaldı konuğunun yüzüne. Utandı, sıkıldı, yutkundu. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Bir türlü anlatamayacağı, anlatmaya da asla gücünün yetmeyeceği bir haldeydi. Çayını bıraktı. Az önce parmakları arasında ezdiği şeker topağı gibi koca bedeni üçe dörde bölündü, ufalandı sanki. İri yumruğunu kaldırdı, sonra. Kendi göğsüne hınçla, güm güm vurmaya haşladı. Öylesine sert vuruyordu ki, o yumruklarından biri bir insana değse, rahatlıkla yıkıp çökertebilirdi. Sayım Memuru, “Ne söyledim ki?” der gibi iki yanına bakındı.
“Yahu dur Muhtar,” dedi sonra da. “Ne oldu? .. Hay Allah! .. Fena bir şey demedim ki? Laf olsun diye sormuştum bunu?” dediyse de, Muhtar, güm güm göğsüne vurmaya devam etti.
“Afandiii, Afandiii!” diye inledi. “Ben misafirimi böyle mi karşılayacaktım? Ben istemez miydim pilav üstü kızarmış etler, tavuklar olsun? Ben istemez miydim ballar, sütler, kaymaklar, kedi bassa ayağı batmaz sertlikte yoğurtlarını olsun. Ah Afandi, senden çok önce gelen misafirlerimin hepsi de bu sofrada bunları gördüler, yediler, bu evde böyle ağırlandılar.
Benim sofram böyle taşlı bulguru da mı görecekti? Bu hane
böyle mi olacaktı? Ben misafirime böyle yağsız, taşlı bulgur çıkaracak adam mıydım? Ah Afandii, Afandiii! .. ” Konuşurken yontuya benzeyen yüzünde ağlamaya dair en ufak bir belirti yoktu. Gözünden yaşlar boşanıyordu, ama ağlamıyordu. Ağlamanın da çok ötesinde bir şeydi bu. Hem konuşuyor, hem yumruğuyla imanının tahtasını güm güm dövüyordu. Memur’un şaşkınlığı sürdü. “Peki Muhtar, benden önceki misafirlerine etler tavuklar çıkardın da, bana niye taşlı bulguru reva gördün? Ben değersiz bir misafir miyim?”
Muhtar’ın yumrukları azalacağına arttı. Yumruğunun birini göğsüne indiriyorsa, öbürünü de duvara vurmaya başladı. Vurdukça da ak sıvalar döküldü.
“Afandi, Afandii! Bilimisen ki bu toprağın ötesinde neler var? Bu toprağın gerisi tekmil mezardır ha, mezar!.. Bu köyde iki namaz arasında tam on yedi çocuk ölmüştür. Aha bu toprağın gerisinde on yedi sabi, on yedi yetim yatiy ha! .. Şemogilin varidi üç çociği, üçü birden ölmüştür. Musto’nun varidi iki çociği, ikisi birden ölmüştür. Behram’ın, Safo’nun, Kazo’nun çocikları arkası arkasına ölmüşler, kefenleri birbirine karışmıştır. Yani ölüm gelmiş yükünü bizden tutmuştur. Afandii, Afandiii, ah bileydin!..” 

Sayım Memuru şaşkınlığından serseme dönmüştü. “Vah vah vah!.. Çok üzüldüm. Peki senin çocuklarına bir şey oldu mu? Senin kaç çocuğun öldü?” diye sordu.
“Maalesef benim çociğim ölmemiştir. Bir derdim de asıl budur ha! Keşke benim çociğim de öleydi. Keşke onu da diğer çociklarla birlikte gömeydik. Keşke!..” Tokat yemiş gibi oldu Memur. Bir yağsız taşlı bulgurun ardından neler çıkmış, sohbet olsun diye sorduğu soruya bin
pişman olmuştu. Geri de dönemezdi artık. Çünkü önüne çı­karılan taşlı bulgur pilavıyla, on yedi çocuğun mezarı arasındaki bağlantıyı anlayamamıştı bir türlü. Ne ilgisi olabilirdi?
Herhalde boğmaca, kızamık gibi bir salgın afet gelmişti köye de on yedi çocuk birden ölmüştü. Bunca ölümün üstüne ağır yasa girmiş olmalıydı köylüler. “Vallahi çok üzüldüm Muhtar. İnan, başınızda bunca acı olduğunu bilseydim, önüme niye taşlı bulgur koydunuz diye
sormazdım hiç. Sormazdım. Başınız sağ olsun. Boğmaca, kı­zamıktan bunca çocuk ölünce, onca acının üstüne kim misafirini düşünür değil mi? Çok haklısınız! .. “
Bu sözlerle az da olsa, Muhtar’ın gönlünü alacağını düşü­ nen konuk, iyice şaşırdı. Çünkü Muhtar iyice kendini koyverdi.

Yumruklarıyla vura vura göğsünü oydu. Çığ çığ yükseldi sesi de. “Yoooh! Yoooh!.. Afandi öyle değil… Bizim çociklarımız boğmacadan, kızamıktan ölmemiştir. Açlıktan ölmüşlerdir, açlıktan!..” Sayım Memuru, tokat yağmuru altında kalmış gibi sersemledi.
Ciddileşti birden.

“Nasıl?.. Açlıktan mı?” diye hayretle sordu. “Açlıktan bunca çocuk nasıl ölür? Hangi dünyada yaşıyoruz? At sırtında vilayet merkezi buraya yedi-sekiz saat ancak çeker. Koskora vilayetin burnunun dibinde nasıl bu denli açlık yaşanır da on yedi çocuk birden ölebilir?” Yana yana soluklanan Muhtar, anlatmaya başladı.
“Afandi, giden yıl kötü geldi. Mahsulümüz tarlalarda kavruldu. Kuraklık sebebimiz oldu bizim. Derken önümüz kışa girdi. Kışın ağzı derin, geçimi zordur her zaman. Açlık boğazdan iner de, bir daha çıkmaz geri. Yeri orası çünkü. Elimizi koyverdik, herkes başının çara sına baksın diye. Hayvanını kesip yiyen mi, satıp parasını una bulgura çeviren mi? Ne tavuk kalmış, ne yumurta … Aç boğaza ne dayanır? Derdin büyüğü, aha şu iki dudağın arasıdır ha. Bu iki dudağın arası
bir dipsiz kör kuyudur ki, doldurana aşk olsun. Gerisi olmayınca biter her şey. Ne yenecek kalır, ne satacak. .. Az önce senin önüne çıkarabildiğimiz taşlı bulgur, bu köydeki son bulgurdu. Bir gün senin gibi Afandi biri gelir de, çıkarır koyarız önüne de mahcup olmayız diye sakladıydım. Ne yazık ki, onu da misafirimize beğendirememişiz. Afandiii!..” İçeride kimse sesini çıkarmıyor, herkes sessizce Muhtar’ı dinliyordu. Sayım Memuru’ysa öylesine şaşkınlık içindeydi ki, taşlı bulguru, her şeyi unutmuştu.
Muhtar bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
“Kıtlık geldi kapımıza dayandı. Vilayete dilekçe verdik, cevap gelmedi. Dedik, nasıl olsa doğduk toprağın dibinde, öleceğiz yine toprağın dibinde. Öteden beri köstebek olmuş hayatımız bizim. Biz büyükler otla, neyle idaremizi ederiz ya, çocuklarımız ne olacak, diye sormuşuz. Bebelerin ağızları yaşlanmış, yalama olmuş. Avrat göğüsleriyse kapkara birer marsık. Çareler içinde çareler aramaya başladık. Sonunda akıl etti birimiz. Dedi, daha önce mallarımızı kesim için mezbahaya götürüp satmaz mıydık? Dedik, heye! Ne var bunda? Diyenimiz der ki, kesilen malın kanları mezbahada boşu boşuna akıp gediy. Kesimciler fışkıran kana bazan ağızlarını tutup içiyler. Taze kan diri, pehlivan yaparmış insanı diye. Tez elden birkaçımız gidek, rica minnet edip isteyek o kanları da, tuluklarımızla getirek. Bakarsın geçimimiz güler biraz … Düşünüp taşındık. Dedik, iyi fikir … Hemen dizine kuvvet birkaçımız  tuluklarla geceden düştüler yola ki, sabah kesimine yetişeler. Devlikesi günü gidenlerimiz göründü. Çerçöp toplayıp yaktık ateşimizi. Kurduk kazanımızı. Kan dolu tulukları boşalttık kazana. Koyulaşıp pıhtılaşmıştı iyice. Tuz biber attık.
Suyla sulandırıp kan çorbasını karıştırdık. Herkes toplandı. Dedik her şey sırayla. Acele etmeyin! İlkin çocikların açlığını halledeceğik. Asker usulu girdiler sıraya. Tortulaşmış kapkara kan lapalarını koyverdik önlerine. Kimi ayakta, kimi yerde bir yiyişleri vardı ki …

“Ah Afandii, Afandiii! Keşke yemeselerdi. Keşke gözlerimiz kör olaydı da, çociklarımızın o hallerini görmeyeydik … Kan bekleyince zehirlenirmiş meğer. Daha sıra bizlere gelmeden, sancıdan kıvranmaya başladı çociklar. Karnını kursağı­nı tutan mı istiysen, bağıra çağıra kıvranan, kendisini yerden yere vuran mı? Fazla söze ne hacet? O gün iki namaz arası tam on yedi yetim çocik arkası arkasına, bağıra bağıra, gözlerimizin önünde öldüler. Hangi birine yetişip de koşacağımızı, ne yapacağımızı bilemedik …
“Ondandır bu toprağın öte yanı mezardır ha, mezar … Aha bu toprağın gerisinde tam on yedi çocik, on yedi yetim, sabi yatiy ha!.. Ah Afandiii, Afandiii! Ah şunu bileydin!..”

 

Kaynak: Nüfus Sayımı, Osman Şahin

zvr