“Hayat bir çizgi değil” diyor bir Zen ustası, “birbiri ardınca gelen şimdilerden ibaret”. Hayat uzun bir şimdiden başkası değil. John Lennon’un ifadesiyle, “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir”. İnsan zamanın sınırlarını aşabilen bir varlık. Yaşantısına uzak geçmişin ve geleceğin ışığında bakabilir, geçmişin seslerini ve geleceğin imgelerini bugüne taşıyabilir. Zaman, insan varlığının kalbidir. Yalnızca uzayda yer kaplayan varlıklar değiliz, zaman duygusu da insanlığımızın tanımlayıcı öğelerinden birisi. İnsan varlığı ancak zamanla açığa çıkıyor ve aydınlanıyor.

Zihinsel zaman hızlanırken duyguların zamanı kendi yavaş ritmiyle ilerliyor. Zihnin zamanı ile duyguların zamanı arasındaki yarık büyüyor. Görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, işlenmemiş duygular, bir endişe nöbeti veya iç huzursuzluğu şeklinde bizi yokluyor.

Zaman algımız ruh halimize göre değişiyor. Sinirli, beklentili, çökkün veya korkulu olduğumuzda zaman yavaşlıyor. Yaşlandığımızda hızlanıyor. Çocuk için ertesi gün uzak bir gelecek olarak görünürken, yetişkin birisi için gelecek hafta, çok yakın bir zamandır. Bölündüğünde, akışı zedelendiğinde sahip olduğumuz zaman elimizden kayıp gidiyor. Zamanımız bölündükçe şimdiyi yaşama şansımız azalıyor. Gün içinde aldığımız telefonlar bir ânı derinlemesine yaşama şansımızı yok ediyor. Ruh halimiz zamanı nasıl yaşadığımızı birebir etkiliyor. Sözgelimi çökkün bir insan geçmişe saplanıp kalıyor, tedirgin insanlar gelecekteki olumsuz olayların beklentisiyle bugünü kendilerine zehir ediyor.

Gezegenimizde hâlâ takvim zamanına itibar etmeyen, dakika veya saat gibi mefhumları olmayan, bir ânın bütün bir sabah sürebildiği kültürler var. Döngüsel zamana inanan kültürlerde, gelecek endişesi veya baskısı yok. Bu kültürlerde başarmak, yenilik meydana getirmek veya ihtiyaçtan fazlasını üretmek gerekmiyor. Böylesi kültürlerde yaşlılık, insana kazandırdığı bilgelikle değer gören bir hayat evresini oluşturuyor. Oysa zaman algısının doğrusal olduğu kültürlerde, ileri hamle etmeyen kişiler, kolayca verimsiz ve giderek geçersiz hanesine yazılıyor. Erdeme ve bilgeliğe duyulan bağlılık, yerini malumata duyulan bağlılığa bırakıyor.

Modern dünya bizden hızlı davranmamızı istiyor. Zihinsel zaman hızlanırken duyguların zamanı kendi yavaş ritmiyle ilerliyor. Zihnin zamanı ile duyguların zamanı arasındaki yarık büyüyor. Görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, işlenmemiş duygular ise bir endişe nöbeti veya iç huzursuzluğu şeklinde bizi yokluyor. Bu endişeden kaçmak için daha çok hızlanıyor, hızlandıkça insanlığımızın dokusunu oluşturan duygularımızdan daha da uzağa düşüyoruz. Ve sonra, ileri yaşlardan geçmişimize baktığımızda kocaman bir boşluk görüyoruz, yapmak uğruna olmayı feda ettiğimiz, sevdiklerimizi yeterince sevmediğimiz, içimizde ifade edilmeyi bekleyen sözcükleri dillendiremediğimiz, sadece bize ait olan bir hikâyeyi söze dökemediğimiz için, varoluşsal bir suçluluk hissine mağlup oluyoruz.

Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, ‘içime çektiğim hava değil gökyüzüdür’ diyebilenler, eve mutlu dönüyor.

Zaman akıp gidiyor. Geçen her yıl ömrümüzü nasıl yaşadığımız, onu hangi anlam ile taçlandırdığımız konusunda bizi bir iç sorgulamaya yönlendirmiyor; takvim zamanının hızı, iç zamanımızın ancak yavaşlıkla değer bulacak süreçlerini berhava ediyorsa, durup bir kez daha düşünmemiz gerek.

Bize düşen, hayatımızı, o uzun şimdiyi, Tanpınar’ın dizeleri eşliğinde bir kez daha düşünmek:

“Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare, geniş bir ânın/ Parçalanmaz akışında”

Ânı yaşamayı bilmek büyük meziyet. Bugünün hakkını verebilmek. Kierkegaard’ın ‘göz kırpması’ veya ‘doğurgan an’ dediği, kişinin geçmiş veya gelecekten önemli bir olayın anlamını birden kavradığı anları yakalayabilmek. Kişinin farkındalığının yükseldiği, ‘ebediyetin zamana dokunduğu’ anlar.

Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, ‘içime çektiğim hava değil gökyüzüdür’ diyebilenler, eve mutlu dönüyor.

 

Kaynak: Yavaşla, Kemal Sayar

zvr