Bir insanın içinde neler olup bittiğini anlamak istiyorsak, onun hemcinslerine karşı tutumunu gözden geçirmemiz gerekir. İnsanlar arasındaki ilişkilerin bir bölümü doğa tarafından belirlenir ve değişime açıktır. Kısmen bunlardan sistemli ilişkiler doğup çıkar, ki söz konusu ilişkileri en başta ulusların politik yaşamında, devletlerin oluşumunda ve toplumsal yaşamda gözlemleyebiliriz. Bu tür ilişkiler göz önünde tutulmadığı sürece insanın ruhsal yaşamını anlama olanağı yoktur.

 

Mutlak Gerçeklik

 

İnsanın ruhsal yaşamı, kendi başına canı istediği gibi davranacak gücü gösteremez, sürekli olarak sağdan soldan çıkıp gelen çeşitli ödevler karşısında bulur kendini. Bütün bu ödevler, insanların toplu yaşam mantığına kopmaz biçimde bağlıdır; birey üzerine aralıksız etki yapan ve ancak belirli ölçüde onun etkisi altına giren temel koşullardan biridir bu mantık. İnsanların bir arada yaşama koşullarının bile sayılarındaki çokluk nedeniyle kavranılamayacağını, ayrıca ilgili koşulların belirli bir değişim sürecinden geçtiğini düşünürsek, karşımızdaki insanın ruhsal yaşamındaki karanlıkları tümüyle aydınlatamayacağımız açıktır. Bu da öyle bir güçlüktür ki, kendi koşullarımızın dışına çıktığımız ölçüde büyüdüğü görülür. İnsanı tanıma sanatını geliştirirken göz önünde tutulacak temel gerçeklerden biri burada kendini açığa vurmaktadır: İnsan organizması ve işlevleri sınırlı nitelik gösterir, dolayısıyla bu gezegende yaşayan her toplumun kendine özgü kurallarını göz önünde tutmamız gerekmektedir; mutlak gerçek’e ise ancak yanlış ve yanılgıların yavaş yavaş yok edilmesiyle kavuşabiliriz. Bu temel gerçeklerin önemli bir bölümü Karl Marx ve Friedrich Engels’in tarihi materyalizm görüşleriyle saptanmıştır. Söz konusu görüşe göre, bir ulusun ideolojik üstyapısı ile insanların düşünce ve davranışı, o ulusun geçimini sağlamada başvurduğu teknoloji biçimi, yani ekonomik temel tarafından belirlenir. Tarihi materyalizm’le bizim, toplumsal yaşamdaki etkin mantık ve mutlak gerçek konusundaki görüşümüz arasında buraya kadar bir uygunluğun varlığını söyleyebiliriz. Ancak tarihin, özellikle bireysel yaşam konusundaki bilgilerimizin, yani bireysel psikolojimizin ortaya koyduğuna göre, insan ruhu ekonomik temellerden kaynaklanacak dürtülere hatalı yanıtlar vermekten hoşlanmakta ve bu hatalardan ancak yavaş yavaş kendisini kurtarabilmektedir. Yani mutlak gerçek’e götüren yol çok sayıda yanılgıdan geçmektedir.

 

Toplu Yaşam Zorunluluğu

 

İnsanın toplu yaşamından kaynaklanan zorunluluklar, aslında hava koşullarından kaynaklanan zorunluluklar gibi (örneğin soğuktan korunma, evler yapıp başını sokma) doğal bir nitelik taşır. Henüz anlaşılmamış biçimde de olsa dinin de toplu yaşama zorunluğundan doğduğu görülür; dinde kutsanmış toplu yaşam biçimleri, anlayıcı ve kavrayıcı düşüncenin yerine geçerek bireyler arasında bağlayıcı öğe rolü oynar. Birinci durumda yaşam koşulları evrensel nitelik taşır, ikinci durumda ise sosyal bir kökene dayanır, insanların bir arada yaşamalarına ve bunun kendiliğinden doğurduğu kurallara bağlı tutulur. Toplu yaşamın zorunlulukları, öteden beri doğallıkla ve mutlak gerçek kimliğiyle varlığını sürdüren insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemiştir. Uygarlık tarihinde toplu halde sürdürülmemiş hiçbir yaşam biçimi yoktur. İnsanlar nerede boy göstermişse, hep toplu halde olmuştur bu. Nedenini de açıklamak zor değildir. Hayvanlar dünyasında egemen bir yasa, temel bir kural vardır; buna göre, doğada güçlü sayılmayacak türler bir araya gelerek yeni güçler edinir ve kendilerine özgü yeni bir biçimde dışa karşı etkinliklerini sürdürmeye çalışır. İnsanların da bir araya gelmesi böyle bir amaca ulaşmak içindir. Dolayısıyla, insan ruhu da toplu yaşamın koşullarıyla düpedüz yoğrulmuştur. Darwin’in işaret ettiği gibi, hiçbir zaman doğada tek başına yaşayan güçsüz hayvanlara rastlayamayız. İnsanın da sözü edilen hayvanlar arasına katılması gerekmektedir; çünkü insanoğlu yalnız yaşayabilecek kadar güçlü sayılamaz. Doğa karşısında ancak sınırlı bir direnç gösterir, birçok yardımcı çareye başvurmadan varlığını sürdüremez. Uygarlığın her türlü desteğinden yoksun, balta girmemiş bir ormanda tek başına yaşayacak bir insanın durumunu düşünmek, bunu anlamak için yeterlidir. Böyle bir insanın çevresi, herhangi bir canlıdan daha çok tehlikelerle çevrilmiş olacaktır. Bir kez, bacakları hızlı koşmaya elverişli değildir, güçlü hayvanlardaki kas kuvvetinden yoksundur, yaşam kavgasında ayakta kalabilmek için ne yırtıcı hayvanların dişlerine, ne de onların hassas kulakları ve keskin gözlerine sahiptir. Yaşam hakkını bir kez güvence altına almak ve yok olup gitmekten kurtulmak için, olağanüstü bir çaba harcamak zorundadır. Beslenme biçimi kendine özgüdür, yaşam üslubu oldukça sıkı korunma önlemlerini gerektirir. Dolayısıyla, insanın ancak olumlu koşullarda varlığını sürdürebileceğinin anlaşılmayacak yanı yoktur. İşte bu ortamı da kendisine toplu yaşam biçimi sağlamıştır; böyle bir yaşam biçimi bir zorunluluk olarak insanın karşısına çıkmış, böylece tek kişinin başaramayacağı ödevlerin bir işbölümüne başvurularak üstesinden gelinebilmesi mümkün olmuştur. Ancak işbölümüdür ki, insanın saldırı ve savunma silahlarına, kısaca yaşam kavgasında ayakta kalabilmek için gereksindiği ve bizim, uygarlık adı altında topladığımız tüm nesnelere sahip olmasını sağlamıştır. Annelerin çocuklarını ne zorluklar altında doğurduğunu, bu bakımdan ne büyük çabaların gerektiğini, tek kişinin ne denli uğraşırsa uğraşsın ilgili çabaların üstesinden gelemeyeceğini, insanın özellikle süt çocukluğu döneminde ne çok hastalık ve rahatsızlığa maruz kaldığını, bu kadarına hayvanlar dünyasında bile rastlanmayacağını düşünürsek, insan toplumunun varlığının güvence altına alınması için gösterilmesi gereken olağanüstü çalışma konusunda bir fikir edinebilir, insanların bir araya gelerek bir toplum oluşturmalarının zorunluğunu kavrayabiliriz.

 

Güvenlik ve Uyum

 

Şimdiye kadar söylediklerimize dayanarak bir noktayı saptayabiliriz: Doğa açısından bakıldığında insan yetersiz bir yaratıktır. Ama yaradılışında var olup, bir kısıtlanmışlık ve güvensizlik duygusu şeklinde bilincine varılan söz konusu yetersizlik, insan için sürekli bir uyarı kaynağıdır, onu yaşama uyum sağlayabilmek, gerekli önlemleri almak, doğada insan olarak elinde bulundurduğu konumun dezavantajlarını gidermek için bir yol aramaya iter. Bu arayışta da uyum ve güvenliği sağlama yeteneğini, yine ruhsal organın kendisi elinde bulundurur. Başlangıçta bu insan–hayvanın boynuz, pençe ya da diş gibi organlarla donatılarak düşman çevre karşısında tutunabilecek bir duruma sokulması, doğa için izlenmesi çok daha güç bir yol olurdu. Gerçekten de ruhsal organ hızla yardıma koşarak, insandaki organik eksikliklerin giderilmesini sağlamıştır. Özellikle sürekli yetersizlik duygusunun uyarılarından yararlanan insanoğlu, kendisinde öngörü diye bir gücü oluşturmuş, ruhunu bir gelişim sürecinden geçirerek, bizim bugün düşünme, hissetme ve davranma diye bildiğimiz yetilerin oluşumunu sağlamıştır. Söz konusu yardımlar konusunda ve uyum çabalarında toplum da önemli rol oynadığından, ruhsal organ, işin başından beri toplumsal koşulları göz önünde tutmak zorunda kalmıştır. Tüm ruhsal yetenekler, toplumsal yaşamın damgasını içeren bir temel üzerinde gelişip ortaya çıkmış, insandaki her düşüncenin ister istemez toplumun beklentisine yanıt verecek bir nitelik taşıması gerekmiştir. İlerleme sürecinin bundan sonra nasıl bir yol izlediği düşünülürse, kendi içinde genel geçerli nitelik taşıyan mantık oluşumunun başlangıç evreleriyle karşılaşılır. Genel geçerlilik taşıyan şey mantıksal’dır yalnızca. Toplumsal yaşamın bir başka ürününü de, dilde, insanın bütün öteki canlılara karşı üstün özelliğini oluşturan bu mucizevi eserde buluruz. Dil gibi bir olguyu genel geçerlilik kavramından yoksun tasarlayamayız, bu da onun toplumsal yaşamdan kaynaklandığını gösterir. Tamamen tek başına yaşayan bir canlı için dilin hiç gereği yoktur. İnsanların bir arada yaşamaları durumunda gereklilik kazanır dil, toplu yaşamanın ürünüdür ve toplu yaşamayı sürdürenleri birbirine perçinleyen bir bağdır. Dille toplumsal yaşam arasında böyle bir ilişkinin varlığını ortaya koyan güçlü kanıt, başkalarıyla bir arada yaşamaları engellenmiş ya da önlenmiş veya böyle bir yaşam biçimine yanaşmayan kimselerin dil ve dilsel yeteneklerinin hemen hemen her zaman birtakım kusur ve eksikleri içermesidir. Öyle görülüyor ki, ancak insanlar arası ilişkinin güven altına alındığı durumlarda söz konusu dil bağı oluşturularak insan varlığının sürdürülmesi sağlanır. Dil, ruhsal yaşamın gelişimi açısından alabildiğine büyük önem taşır. Mantıksal düşünme, ancak bir dilin varlığıyla mümkündür; dil, kavramlar oluşturma olanağını sağlar, bu da bizi nesneler arasında ayrımlar yapabilme ve özel mülkiyet kapsamına girmeyip, herkesin malı sayılan kavram ve deyimleri yaratma yeteneğiyle donatır. Ayrıca, düşünme ve hissetme yeteneğini anlamamız için yine genel geçerlilik ilkesinden yola koyulmamız zorunludur. Beri yandan, güzel şeylerden haz duymamız da, yine güzel’i ve iyi’yi takdir edip duyumsamanın herkesin ortak malı olmasını gerektirir. Böylece akıl, mantık, etik ve estetik gibi kavramların ancak insanların toplu yaşamından kaynaklanabileceği, ayrıca bunların bireyler arasında uygarlığın yıkılıp gitmesini önleyecek bağları oluşturduğu sonucuna varmaktayız. İrade dediğimiz şeyi de tek insanın konumundan kalkarak anlayabiliriz ancak. İstem, yetersizlik duygusundan kendini sıyırıp bir yeterlilik duygusuna ulaşma yolunda ruhta algılanan bir kıpırtıdır. Böyle bir amacı göz önünde bulundurup ona erişme çabasını “istemek” diye nitelendirmekteyiz. Her isteyiş, bir yetersizlik duygusuyla ilgilidir, insanda bir doyum, bir hoşnutluk, bir yeterlilik sağlama eğilim ve dürtüsünün doğmasına yol açar.

 

Toplumsallık Duygusu

 

İnsan soyunun varlığını sürdürmesini sağlamış olan eğitim, batıl inanç, totem ve tabu, yasa ve kural gibi nesneler her şeyden önce toplum yaşamının gereklerine yanıt verecek bir nitelik taşır. Dinsel kurumlarda gördük böyle olduğunu; beri yandan, ruhsal organın en önemli işlevleri de toplumsal zorunluluklara yanıt verecek şekilde düzenlenmiştir; ayrıca, gerek bireysel, gerek toplumsal yaşamdan kaynaklanan zorunluluklarda da yine aynı durumu saptarız. Adalet dediğimiz, insan karakterinin aydınlık yanı diye gördüğümüz şey, anahatları bakımından toplu yaşamanın zorunluluklarına uyulmasıdır yalnızca. Ruhsal organı da yaratan söz konusu zorunluluklardır. Ayrıca, güvenilirlik, sadakat, açık yüreklilik, gerçek sevgisi vb. özellikler de, aslında genel geçerli toplumsallık ilkesinin yarattığı ve ayakta tuttuğu değerlerdir. Hangi karakter için iyi, hangisi için kötü diyeceğimizi de, yine salt toplum açısından belirleyebiliriz. Bilimsel, politik ya da sanatsal her başarı gibi karakteri de büyük ve değerli kılan, ancak toplum için bir önem taşımasıdır. Tek kişiyi değerlendirirken ölçüt olarak başvurduğumuz ideal de, yine bireyin toplum için taşıyacağı değeri, topluma yararı göz önünde tutularak saptanır. Bireyi değerlendirirken, toplum içinde yaşayan insanın idealinden yola koyuluruz; öyle bir insan ki, ödevlerini genel geçerli bir biçimde yapıp çıkarır; kendi içinde toplumsallık duygusunu geliştirmiş, Furtmüller’in deyimiyle “insan toplumunun kurallarına uyacak” aşamaya gelmiştir. İlerideki incelemelerimizin ortaya koyacağı gibi, aklı başında hiç kimse toplumsallık duygusuna sırt çevirerek, onun yeterince etkinliğinden uzak kalarak büyüyüp gelişemez.

 

Kaynak: Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı

zvr