Muhammed (a.s) putperestliğin, faizin, kabile zorbalığının
hüküm sürdüğü Arabistan Yarımadası’nın Mekke
şehrinde doğdu. Doğmadan önce babasını ve 6 yaşındayken
annesini kaybetti. İki yıl dedesi, daha sonra
ise amcası tarafından büyütüldü. Gençliğinde çobanlık
yaptı ve ticaretle uğraştı. Yaşadığı dönemin Arabistan’ında
sömürü putlar ve alışveriş ikilisi üzerinden
yapılmaktaydı. İbrahim (a.s) zamanında inşa edilmiş
olan Kâbe putlarla doldurulmuştu. Kâbe’deki putları
ziyaret sebebiyle yıllık hac organizasyonları yapılırdı;
panayırlar kurulur putlar üzerinden alışveriş yapılırdı ve
geniş halk kitleleri sömürülürdü.
Böyle bir zalim topluluğun karakteri ile savaşan
Muhammed’in (a.s) öğretisi üç nirengi noktasına dayanır.
Allah’a iman, hesap gününe iman ve iyi, yararlı
işlerde bulunmak.

Allaha İman: Allaha iman etmek, zalim yöneticilere
karşı isyanı, sömürünün reddini, köleliğe karşı savaşı
gerektirir. Allah’a iman eden kişi korkuya dair içinde
hiçbir duygu barındırmayan kişidir. Bir ve tek olan Allah’a
sırtını dayamak, kan emenlere karşı baş kaldırmayı
gerektirdiği için, Allah’a iman özgürlüktür. Allah
insanları özgür olarak yaratmıştır ve özgürlüğü sever.
Sömürüye başkaldırmayan, sadece sözcüklere dayanan
iman hiçbir değer taşımaz. İman sırasıyla önce bilmeyi,
sonra bildiğini anlamayı, sonra anladığını yakından
tanımayı, devamında tanıdığı uğrunda mücadele etmeyi
gerektirir.

Hesap Gününe İman: Bir gün hesaba çekileceğine
inanmak adaleti ayakta tutmaya yöneltir insanı. Bu
dünyada yaptığı her hal ve hareketin bir gün kendisine
sorulacağını bilen kişi adaletten ayrılmamak için elinden
gelen her gayreti gösterecektir. Hesap gününe iman
Allah’ın adalet emrinin sonucudur. Adalet, her hak sahibine
hakkının verilmesidir. Mazluma karşı zalimle
savaşmaktır. Ölçü ve tartıda dosdoğru olmaktır. Seçkinci tavırlardan uzak durmaktır.
İyi ve Yararlı İşler Yapmak: Salih amel, insanoğluna
yaratıcı tarafından yüklenmiş büyük bir görevdir. Her
insan yaptıklarının başkası için ne anlam ifade ettiği
üstüne düşünmek zorundadır; çünkü insan kendisinden
kaynaklanan zararlardan sorumludur. Birey, tüm insanlara,
hayvanlara, bitkilere ve doğanın kendisine karşı
iyi işler yapmakla mükelleftir. Güzel işler insan olmanın
ayırt edici özelliğidir ve Allah’ın insanı kendisine
halife olarak seçmesinin gereğidir. Allah’ın halifesi
ahlaklı olmakla mükelleftir ki, ahlak iyi ve faydalı işler
yapıp kötü ve zararlı işlerden uzak durulması, yetim ve
yoksullara sahip çıkılması, sosyal ilişkilerin canlı tutulmasıdır.
Merhametli ve güvenilir olmaktır. Kişiliğin,
benliğin temizlenmesidir.

Muhammed (a.s), tüm varlığıyla sömürü ve zulüm
ile mücadele halinde olan bir benliğin taşıyıcısıydı.
Derin düşüncelere dalan, gereksiz yere konuşmaktan
kaçınan, konuşması gerektiğinde az ve öz konuşmaya
çalışan, alaycı ve küçümseyici tavırlardan tüm gayretiyle
uzak duran, mütevazı, kaygılı bir ruh haline sahipti.
Cömert, dost bir şahsiyetti. Bir isteği olan hiç kimseyi
geri çevirmez, elinden gelen yardımı mutlaka yapardı.
İnsan psikolojisini göz önünde bulundurduğundan, insanların
zayıf yönlerini iyi bilirdi. Bu sebepledir ki,
gönülleri fethetme konusunda ustaydı. Ancak onun en büyük özelliği güvenilir, adil ve güzel bir ahlaka sahip olmasıydı.

Muhammed’in (a.s) öğretisi ne zulüm etmek ne de
zulme uğramak üzerinedir. Buna insanın kendisi de
dâhildir. Yani insan kendisi dahil kimseye zulmetmemeli
ve kendisi dahil kimsenin zulmüne de boyun eğmemelidir. Adalet, yaşama hakkı tüm canlıları ve anne karnındaki bebeği de kapsamaktadır. Kadınlar Allah’ın erkeklere bir emaneti olarak görülmüştür. Kadın, erkek, çocuk, idareci, işçi, genç, yaşlı vs. herkesin herkes üzerinde
değişik şekilde hakkı vardır ve her hak sahibine
hakkı verilmelidir. Merhamet ve sıkıntılara sabırla karşı
koyma, öğretinin insanı olgunluğa sevk eden ilkelerindendir.

 

Doğadaki her şey gibi insan da kutuplu bir eğilime
sahiptir. İnsanın doğru davranma yeteneğinin karşıtı
kötü davranma yeteneğidir. Yaratıcının isteği ise insanın
doğru davranma yeteneğini geliştirmesi yönündedir.
Buna karşılık doğru, iyi ve faydalı işler yapanlar ölümden
sonraki sonsuz hayatta ödüllendirilecek, kötü ve
zalimce işler yapanlar ise cezalandırılacaktır. İslam’a
göre insan sadece ellerinin yaptıklarının yani iradesinin
sonucunu yaşayacaktır. Allah iyiliğe eğilimli olan için
iyilik yolunu kolaylaştırır, kötülüğe eğilimli olan için
ise kötülük yollarını kolaylaştırır. Böylece insan her
nereye varmak isterse Allah onu oraya vardırır. Tabii ki
mükâfat ve cezasını da sırtına yükleyerek… Bu nedenle
insanın iradesini terbiye etmesi gerekir. İnsan iradesini
terbiye ederek meleklerin konumunu bile geride bırakabilir
ya da tam tersi iradesini kötüye kullanarak hayvanlardan
daha aşağıya düşebilir. İnsanın kademesi
tercihleri tarafından oluşturulur. İnsan kendi halini düzeltmedikçe Allah onun durumunu düzeltmez. Dolayısıyla her şey insan iradesine bağlanmıştır. Kim doğru
ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur,
kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. Allah
hiçbir zaman kullarına haksızlık yapmaz.
İslam insanlardan cesaretle; sömürü, cehalet ve zulmün
üzerine gitmelerini istemektedir. Ümitsizlikler,
sıkıntılar, zorluklar, korkular ve her türlü şer (kötülük)
karşısında yalnızca Allah’a sığınılmalı ve ondan yardım
beklenmelidir. Zulüm ve sömürüye karşı mücadelesinde
kişinin yaratıcıya güvenmesi ve sadece ondan yardım
istemesi temel ilkedir. Yaratıcının dışında hiçbir
güç önünde boyun bükülmez ve eğilinmez. Doğum
sırasında bütün insanlar Allah katında eşittirler, ölümden
sonra ise yalnızca faziletlerine göre karşılanacaklardır.
İnsan acı, sıkıntı, zorlukla dolu bir imtihan sürecini
yaşamaktadır. Yaratıcı sosyal, ekonomik, politik
veya başka bir biçimdeki tüm sömürülere karşı savaş-
makla insanı imtihana tabi tutmuştur ve her mümin kör
maddeciliğe ve ruhsal değerlerden yoksunluğa karşı
mücadele ile emrolunmuştur.

 

Muhammed’in (a.s) öğretisi özünde İbrahim (a.s),
Musa (a.s) ve İsa’nın (a.s) öğretisinin aynısıdır. İnsanlık
imtihan için dünyadadır ve bu dünyada yapılan iyilik ve
kötülükler ahrette mükâfat ve ceza olarak insanın karşı-
sına çıkacaktır. İnsana düşen ise iyi bir insan olmaya
çalışmasıdır. İnsanın elbisesi, bedeni ve ruhu ile temiz
bir insan olması, iyiliği kazanç aracı yapmaması gerekir.
İslam’ın kutsal kitabı insanın başıboş bırakılmayacağı
ve dünya hayatından sonra her hal ve hareketinden,
tüm yapıp ettiklerinden sorguya çekileceğini ısrarla
hatırlatmaktadır.
İnsana verilen tüm güçlerin (Para gibi maddi güç ya
da ilim gibi manevi güçlerin yanında duyusal ve düşünsel
herkeste bulunan tüm güçler.) hilesiz bir biçimde
iyiye kullanılması istenmiştir. Nasıl ki, gündüz ve ge-
cenin birbirini takip etmesi doğal bir kanun ise dünya
hayatının saadet veya ceza ile sonuçlanması da doğal
bir kanunudur. Müslümanlar iyiye çağrıldıklarında icabet
etmek zorundadırlar. Kendini beğenme aşağılanmış-
tır. Kibirli duruş lanetli duruştur. Kuran, insanları alaya
alma, dalga geçme, insanlar arasında laf taşıma, gıybet
ve dedikoduyu yasaklamıştır. İnsanların ayıplarını arayanları,
dünya malını biriktirdikçe biriktirenleri ve gösteriş
için ibadet edenleri lanetlemiştir. Sömürüden vazgeçmeyen
şahsın yaptığı tüm dua ve ibadetleri faziletten
uzak, yapmacık uğraşlar olarak görmüştür. Hırsızlık,
karaborsa, dolandırıcılık, tefecilik, faizcilik gibi
gayrimeşru kazanç yollarının hepsi yasaktır. Ataları
asılsızca övmek, kendi ailesini ya da kabile ve milletini
üstün görmek gibi faşizan söylemler cahil ve zalim kişilerin
uğraşları olarak görülmüştür. İslam falcılığa, bü-
yüye, kumara, ahlaksızlığa ve alkol alımına karşı çıkar.
Tartı ve ölçülerde hile yapmak, iftira atmak, zina, hırsızlık,
eşkıyalık ve yol kesmek gibi suçlar had cezasına
tabidir. Özellikle faizcilik ile ahlaksızlığı reddetmesi
tevhit inancını dünyevi ideolojilerden ayırmaktadır.
İslam’dan önce borcunu ödeyemeyenler, korsanlar
tarafından kaçırılanlar, savaşta esir alınanlar, ağır suç
işleyenler köleleştirilirken; İslam ile birlikte kölelik
savaş esirliğine indirgenmiş ve köle edinme şartları
zorlaştırılmıştır. İslam, bedelsiz köle azat etmeyi teşvik
etmiş, yalan yere yemin gibi kimi suçların karşılığında
köle azat etme hükmünü getirerek ve çalışıp ücretini
ödemek için sahibi ile anlaşmaya kalkan kölenin sahibi
tarafından reddedilemeyeceği gibi emirler ile köleliği
peyderpey silmeye niyetlenmiştir. Köleliği direkt kaldı-
ramayışının sebebi ise savaştığı muhataplarıdır. İslam
düşmana esir düşen askerlerini kurtarmak için önce
esirlerin takas edilmesini tercih etmiş, karşı taraf buna
yanaşmazsa, esir aldıklarını köle olarak kabul etmiştir.
Bununla birlikte savaşta esir alınıp köle olarak kabul
edilenler de kimi zaman bağışlamıştır. İslam tarihine
baktığımızda özellikle dört halife döneminde kölelerin
asker, memur, danışman, öğretmen ve kilometrelerce
uzaktaki insanları ilim tahsili için kendine çekecek derecede
yetkin âlimler olabildiklerini görürüz. Bu dö-
nemde kölelerin yemekleri ve giysileri sahiplerinkinden
farklı değildir. Hatta yüzyıllar sonra bile devam eden
bu anlayış Avrupalıların Afrika’dan insan kaçakçılığı
yaptıkları dönemde şaşkınlıkla karşılanmıştı. Çünkü
kimin köle kimin sahip olduğunu dışarıdan bakarak
anlayamamışlardı. Burada şunu açıklamakta fayda vardır,
günümüzdeki insan kaynakları ile İslam’daki savaş
köleleri benzerdir. İslam’ın köle olarak kabul ettiği esirler
günümüz işçileri konumunda çalıştırılmışlardır.
Aşağılanmaları, dövülmeleri, sömürülmeleri yasaklanmıştır.
Evlenmelerine ve ayrı bir aile olmalarına karşı
çıkılmamış, belli bir bedele tekabül edecek kadar çalı-
şanlar serbest bırakılmıştır. Ayrıca İslam’ın genel kaidesi
olan zalimlere karşı savaşma köleler içinde geçerlidir.
İslam kendisine kötü muamelede bulunulan kölenin
isyan etmesini emretmiştir.
Kuran; hangi konuda olursa olsun sınırların aşılmamasını,
davranışlarda ölçülü ve dengeli olmayı emreder.
Fakirlerin zenginlerin mallarında hakları vardır ve
fakir bu hakkını isteme özgürlüğüne sahiptir. Ne cimrilik
ne de eldekini büsbütün saçıp savurma hoş karşı-
lanmıştır. Her konuda olduğu gibi harcamada da orta
yol tavsiye edilmiştir. Zalim olmak suç olduğu gibi
zalime yardımcı olmak da zalimlikle eş görülmüş ve
suç sayılmıştır. Genel anlamda herhangi kötü bir davranışa
yardımcı olan tıpkı o kötü davranışı yapan gibi
değerlendirilmiştir. Herhangi bir faydalı davranışa yar-
dımcı olan da tıpkı o faydalı davranışı yapan gibi değerlendirilmiştir.

Kuran insanların kimliklerini ve özgürlüklerini korumayı
emreder. Her dil sahibi birey kendi dili ile konuşma
hürriyetine sahiptir. Her kültür sahibi toplum,
kendi kültürünü yaşama özgürlüğüne sahiptir. Hatta
başka dil ve kültürlerden evlatlık alınan çocuklara, evlatlık
oldukları söylenerek kimliklerini öğrenmeleri
sağlanmalıdır. Bu yaklaşım insan kimliğinin önemine
vurgu yapar ki; insanlar kimliksizleştirilip sömürüye
uygun hale getirilmesin. Bununla birlikte İslam milliyetçilik
gibi akli ve ahlaki değerlerden yoksun ideolojilerin
değerlendirme yöntemini reddeder. İslam insanın
üstünlüğünü onun olgunluğuna ve faydalı oluşuna göre
değerlendirir. Liderlere, aileye ve toplumun ileri gelenlerine
körü körüne uymak insanı hataya götüren en bü-
yük etkenlerdir. Analiz etmeden, değerlendirmeye tabi
tutmadan hiç kimsenin ve hiçbir şeyin peşinden gidilmemelidir.
Aksi takdirde sorumluluk başkasına atılamaz.
Aynı şekilde mal ya da evlat çokluğu hiçbir zaman
adalete etki etmemelidir. Anlaşmazlıklarda sahip
olunan güç, ister para, ister kariyer, ister insan gücü
olsun hiçbir şekilde dile getirilmemelidir. Bir zengin ile
bir dilenci hâkim karşısına çıktıklarında aynı hizada
durmak zorundadırlar.

 

Muhammed’in (a.s) öğretisinde bilgelik olayların ve
eşyanın içyüzünü görmekle olur. Göz önünde olan her
zaman doğru olmayabilir. Bu nedenle görünenin arkasını
öğrenmeye çalışmayı öğütler. Bilgelik, hakikatin
üstünü örtmemekle ve onu kabul etmekle olur. Hakikat
olduğu apaçık ortada olan ile mücadele etmek ise cehalettir.
Bilmediği şeyin ardından gitmek, bilmediği konuda
fikir beyan etmeye kalkmak ahmak bir duruş olarak
görülmüş ve yasaklanmıştır. Anne ve babaya saygı
emredilmiştir. Ancak anne ya da baba adaletten uzaklaşıp
zalimliğe eğilim gösterirse uyarılmaları istenmiş,
vazgeçmezlerse onlardan uzaklaşılması emredilmiştir.
Muhammed (a.s) 63 yaşında vefat etti. Vefatından
yaklaşık 40-50 yıl sonra öğretisi tamamen şekil değiş-
tirmiş bir hale gelmişti. Yöneticiler inanç ilkelerini
kendi tahtlarını koruyacak şekilde yorumlatıp hüküm
konusunda yaratıcıya ortak olmanın yollarını aramaya
başlamışlardı. Öyle ki, günümüze gelindiğinde Müslü-
manlar birçok konuda İslam adına İslam’ın ilkeleri ile
savaşır hale getirilmişlerdir. İslam, tarihin akışında
adım adım önce Arap aklı ve kültürü, sonra Fars mitolojisi
ve daha sonra Türk saltanatına kurban edilmiştir.
Araplar Allah’ı bedevi akıllarının savunucusu olarak,
Farslar mitoloji masallarının ozanı olarak, Türkler ise
krallarının emirlerine koşan vezir olarak görmüşlerdir.
Şiiler imamet, Sünniler saltanat aşığı oldular. Her ikisi
de tevhitten uzaklaştı. Sömürüye boyun eğen dervişler
türedi. Bir de hakiki imanın en az bilgi ile elde edilebileceğine
inananlar grubu oluştu. Yani bilgisizlik imanı
mükemmelleştirir düşüncesi ile tevhidi birleştirmeye
çalıştılar. Çoğunluk İslam’ı namaz ve oruç gibi birkaç
ritüele, hacı hoca diplomasına, sofuların uyduruk vaazları
ile egemenlerin din adına yaptırdıkları merasimlere
hapsetti. Her bir güç kendi emrindekilere zulmünü meş-
rulaştırmak için dini ilkeler sıraladı. Erkek karısını ve
çocuğunu Allah adıyla dövmeye, amir memurunu Allah
adıyla cezalandırmaya, zengin fakiri Allah adıyla aşağı-
lamaya, güçlü güçsüze Allah adıyla işkence yapmaya
başladı. Allah adaletten uzak, yalnızca sonsuz güce
sahip bir ilah olarak görülmeye başlandı. Öyle ki, sonsuz
kudrete sahip ve insanlara çok kötü azap edebilen,
çok fazla merhamet gösterebilen, ne zaman ne yapacağı
belli olmayan bir yaratıcı algısı oluşturuldu. Allah’ı
hoşnut etmek için yöneticilere itaat etmenin yanında
bol bol zikir yapmanın gerekliliği önemli iki ilke olarak
piyasaya sürüldü. Bu bağlamda Müslümanlar adil olmak
yerine bir günde bilmem kaç bin defa sübhanallah
demenin ve yöneticilere kayıtsız şartsız boyun eğmenin
Allah’ı daha çok hoşnut edeceği kanaatine vardılar.
Onlarca cemaat oluştu ve her bir cemaat Kuran’daki
mükâfat ayetlerini kendilerine, ceza ayetlerini sevmediklerine
mal etti. Bu nedenledir ki birçok Müslüman
topluluğu kendini fırka-i naciye olarak bilip diğer fırkaları
azaba uğrayanlar olarak görmüştür.
Bu sömürünün bozulmadan devam edebilmesi için
tonlarca hadis uyduruldu. Bu gün yeryüzünde İslam’ın
özü olan adalet duygusuna bağlı pek az Müslüman gö-
rürüz. Daha çok ritüellerin, ulusçuluğun, sömürünün,
geleneklerin, modern tüketim köleliğinin içine batmış,
pagan inançların içinde debelenen, gücün ve aptal ideolojilerin
kölesi olmuş, insan haklarına ihanet eden ama
İslam’ı yaşadığını sanan kuru kalabalıklarla karşılaşırız.
İslam uğruna Muhammed’le (a.s), özgürlüklerle, adaletle
savaşan Müslümanlar görürüz. Şayet bugün bir peygamber
gönderilecek olsaydı, kesinlikle Müslüman
toplumuna gönderilirdi diyebiliriz. Bugün Müslüman
topluma Allah’ın adaletinin ne olduğunu ve ne olmadı-
ğını anlatacak öğretmenlere ihtiyaç vardır.

 

Kaynak: BEDEN KÖLELİĞİNDEN AKIL KÖLELİĞİNE İNSAN – M. Metin ADIGÜZEL 

zvr