“Aşk” demişti Hannah Arendt, “ortalıkta gösterildiği an, solmaya ve ölmeye yüz tutar.” Özel alan ve kamusal alan arasındaki sınırın muğlâklaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Geçmişte özel alan, kişiye sadece düşünüp bir başına kalacağı bir alan değil aynı zamanda kişiliğini geliştireceği bir ortam sunuyordu. Yakın ilişkilerin mahremiyete ihtiyacı vardır. Kişinin ruh arkadaşına ifade ettiği his, tutku ve düşünceler toplum önünde söylendiğinde anlamını kaybeder ve başka bir şey olur.

 

 

Günümüzün ‘aç kendini!’ toplumunda, yaralarımızı göstermemiz, o yaraları da bir ‘başarı öyküsü’ne dönüştürmemiz bekleniyor. Gönül burukluğunu dahi pazarlayabilen bir iktisat karşısındayız.

Kamuoyu ilgisi, tırmandırılan magazin kültürüyle, önemli konulardan suya sabuna dokunmaz meselelere doğru kaydırılıyor. Tanınmış kişilerin özel hayatları inceleme konusu yapılıyor, özel ilişki ve itirafların toplum önünde de sergilenmesi bekleniyor. Magazinleşmeyen konular, ‘anlaşılmaz’ hanesine yazılıp bir kenara terk ediliyor. Televizyon ortamı, o yüzden sıklıkla kişisel ve mahrem dertler üzerine odaklanarak, bize toplumsal kötülüğü unutturmak derdinde. İnsanlar, mahrem hayatlarını milyonlara açarak paylaşmaya teşvik ediliyor ve bunu yapınca da bir aferin alıyorlar. “Yeterince cesurdun, aferin!”

Yakın ilişkilerin mahremiyete ihtiyacı vardır. Kişinin ruh arkadaşına ifade ettiği his, tutku ve düşünceler toplum önünde söylendiğinde anlamını kaybeder ve başka bir şey olur.

 

 

Aslında şöhrete söylenen şudur: “Evet bizden daha güzel ve başarılısın ama bunun bir bedeli olmalı. Bak aile hayatın berbat, senin mutlaka depresyonda olman ve ağlaman gerekiyor. Ağla ve ne kadar mutsuz olduğunu itiraf ederek bizi rahatlat.” Burada gerçek mesele, bir insanın iç dünyasının milyonlar önünde bu kadar ulu orta tartışılabilmesidir.

İtiraf televizyonları veya başka bir isimle çöplük televizyonları, mahrem yaralarınızı başkalarıyla paylaşmak suretiyle size rahatlama ve iyileşme vaat eder. Paylaşmak demek, kimi özel dertleri halk hikâyelerine çevirmek demektir ve günümüzde sessizlik hor görülür. Konuşan insanın sağlıklı olduğu önermesi alttan alta desteklenir. Oysa kedere sessizce de katlanabilir insan. Hayatın keder ve sevinçleriyle bizi usul usul büyütmesine izin vermek gerekir. Çok eski zamanlardan bir bilge, “Sana çok şeyler öğretecek acıya” demişti, “hoş geldin de.” Bir başka bilge Schopenhauer, hayatta rotamızı şaşırmamak için her zaman belli bir miktar endişe, keder ve yokluğa ihtiyaç duyduğumuzu söylemişti.

Günümüzde sessizlik hor görülür. Konuşan insanın sağlıklı olduğu önermesi alttan alta desteklenir. Oysa kedere sessizce de katlanabilir insan. Hayatın keder ve sevinçleriyle bizi usul usul büyütmesine izin vermek gerekir.

 

 

İnsanın sessizce yaşayacağı bir histir keder, içe doğru derinleşme sağlayan, insanı manevî yönden olgunlaştıran, dünyanın kırılganlığını ve geçiciliğini duyuran bir his. Kederin artık ilerlemiş bir boyutu olarak değerlendirebileceğimiz depresyon, bir sosyoloğun betimlemesiyle, ‘kendi olma yorgunluğu’dur. İnsan bazen kendisi olmaktan yorulup ümitsizliğe düşebilir. Ama bu sürecin sonunda kendisini zenginleştirebilecek bir tecrübe edinir, hayata dair bir bilgi devşirir buradan. İnsanın iç dünyası mahremdir, oraya herkes elini kolunu sallayarak giremez, kırılganlık ve üzüntüler gösteri programlarına meze yapılamaz.

 

Kaynak: Yavaşla, Kemal Sayar

zvr