Kendini Görebilmek
İnsan için önce var olduğunu fark edip varlık içindeki konumunu görme, ardından varlığına anlam arama süreci gelir. Var olduğunun farkına varmayı düşünmek, düşündüğünü aktarmak ya da irade edebilmek ile karıştırmamak gerekir. Var olduğunu fark etmek ruh + beden olduğunun farkına varmaktır. Var olma bilinci soyut, sadece zihinde var görünen şeylerden farklı olarak, gerçekte var olduğunun ve var olmaya devam ettiğinin farkındalığıdır. Farz edin ki doğumdan itibaren tek başınıza bir adada yaşamışsınız ve hiçbir fikir, ideoloji, sistem, din hakkında bilginiz yok. Bu forma girebilirseniz sahip olduğunuz bilgiyi bir kalkan olarak kullanıp var olmanın farkındalığını engelleme tehlikesini de bertaraf etmiş olursunuz. İnsanlar sahip oldukları malumatla kendilerini yeni olan her şeye karşı korumaya şartlanmışlardır. Şartlanma ise farkındalığın ortaya çıkmasını engelleyerek bireyin kendini görmesine mani olur. Kendini göremeyen birey yeryüzünün halifesi olmakta zorlanır. Var olduğunu fark eden şahısın ilk yöneleceği şey ise nerede durduğuna bakmak olacaktır. Yani varlığın içinde kendini görmeye çalışacaktır.
Kendini görmeyi başaramayan her şahıs için yegâne değerler içinde doğduğu, çocukluğunu yaşadığı ve alışkanlık edindiği değerlerdir. Bu değerler inanç, ideoloji ve gelenek gibi çok çeşitli şeyler olabilirler. Kendini göremeyen bireylerde değer faşizmi görülür. Buna bağlı olarak fiziksel varlıklarını armağan edebilecekleri efendiler ararlar ve bu şekilde fiziksel varlıklarına anlam katmaya çalışırlar. İnsan sürekli kendisiyle iletişim halindedir ancak bu iletişim sosyolojik, ekonomik, tarihsel, teolojik ve daha birçok bağlamın etkisindedir. Kişisel olanın sosyal süzgeçlerden geçtiğini ve sosyolojinin tehdidi altında olduğunu söyleyebiliriz. İnsan etkenlerden tamamen arınamaz. Ancak etkenler arasında bir öncelik sıralaması yapıp insani olanları ön planda tutması gerekir. Varlığın farkındalığına ulaşabilmek mümkün olduğu kadar özgürlük ve adalet bağlamının ön planda tutulmasına bağlıdır. Fiziksel varlığın farkındalığından sonra fikirlerin ve inançların farkındalığı gelir ve doğal olarak birey fiziksel ve düşünsel olarak nerde olduğunu sorgulama ihtiyacı hisseder. Başkasının düşündükleri üzerine düşünmek kendini görebilmek için yeterli değildir. Birey başkalarının felsefelerine derinlemesine dalıp onların düşüncelerinin içinde kendini göremez, belki tam tersi kendini büsbütün kaybeder. Elbette ki başkalarının düşüncelerini bilmek önemlidir ama başkalarının düşüncesine yönelmeden önce kendini görebilmek için evvela varlık üzerine kendi düşünceleriyle düşünmek gerekir. Her canlı var olduğunu diğerlerine ispatlamak ister. Bu bir bebekte ağlama olarak, küçük bir çocukta şirinlik olarak, bir yetişkinde ideoloji savunuculuğu, futbol tutkunluğu, bedenini teşhir, tüketime yönelme ya da ilim sahipliği, yetimlere kol kanat germe, fakirlere yardımcı olma, teknolojiyi ezilen halkların hizmetine sunma gayreti vs. olarak kendini gösterir.
Varlığın içindeki durumunu göremeyen kişi başkalarını kendi varlığından haberdar etmek için kendini sömürtebilir, hakkında bilgi sahibi bile olmadığı ideolojiler uğruna ölüme gidebilir, şarlatanlık yapabilir, paraya tapabilir, bedenini teşhir edebilir. Dünya yaşantısı olaylar, eğitim süreçleri, iş hayatı ve daha nice mücadele alanları ile zorunlu olarak iç içedir. Ancak uğrunda mücadele edilen diplomalar, sahip olunan kariyer, hükmedilen konfor vs. bunların hiçbiri varlığın anlamını yüklenecek güçte değillerdir ve özgür insanı tatmin edemezler. Dünyevi amaçların hepsi sonuçlandıkları anda insanı bir hiçliğin içine iterler. Sınırsızca para kazanmak, eğlenmek, şöhret olmak vs. hepsinin içinde anlamsızlıklarından dolayı bir hiçlik vardır. Hatta sanat eserleri bile kendi zamanlarına hitap ederler, bir sonraki dönem için bir anlam ifade etmeyecek hale gelirler. O halde amaçlar dünyanın dışına taşmalı, zamansızlığa ve mekansızlığa yönelmelidir. İşte tüm bunları görmek şahsın kendini görebilmesine bağlıdır. Bu nedenle kendini bilen kişinin gücü rahmet olurken, kendini bilmeyen şahsın gücü her zaman için zulmet doğurmaktadır. Yaratıcı, insan için bir öz, bir insan doğası belirlemiştir. İnsanın yapması gereken ise bu insani doğaya ulaşmak için gayret sarf etmesidir. Kendini görebilenler insani doğaya daha rahat ulaşırlar, göremeyenler ise köle olarak yaşamlarını devam ettirirler. Bu noktada toplumsal anlamda her kafanın insani doğayı kendine mal etmesi sorunu ile karşılaşırız. Özünde insani olanın ne olduğu ya da ne olması gerektiği bellidir, en azından insanın temiz, başkasına zarar vermeyen adil bir kişilik geliştirmekle mükellef olduğu bilinir. Problem eşekleştirilerek ve doğasından uzaklaştırılarak kendini kaybetmiş, anlamsızlık havuzuna atılmış insanın bu havuzdan çıkarak kendini arayamaması, kendine anlam arama bilinci edinememesindedir. Aranacak anlamı dış etkenlerden korumak içinde tek başına var olmanın farkındalığı ve varlıktaki durumunu görebilme çabası gereklidir. Aksi takdirde kendine anlam aramak yerine başkasının çıkarları düşüncesizce sahiplenilecektir. Şahıs kendine nasıl bir anlam bulduysa diğer insanlara ve tüm dünyaya o anlamın penceresinden bakacağı için varlığına anlam aramak aynı zamanda âleme de anlam aramak olacaktır.
Kendini görmek aynı zamanda âlemi de görmek olacaktır. Kendini görebilmek için dışsal nesnelere, formlara dalmak yerine kendi merkezine dönmek gerekir. Kendi içini gözlemleyebilen kişi kendini görme yolunda ilerleme kaydeder ve ne kadar çok görmeyi başarırsa o kadar çok varlığı anlar. İnsan kendini görme sürecinde toplumsal yalnızlık yaşamalıdır. İçinde hiçbir topluma ve toplumsal değere aidiyet hissi beslememelidir. Örneğin boş bir gökyüzü, boş bir sahil, boş bir şehir, boş binalar, her şeyin boşaltıldığını ve renksiz bir dünyada canlı olarak sadece şahsımızın kaldığını düşündüğümüzde terk edilmişlik, yalnızlık duygusuna kapılmaktayız. İşte böyle bir ruhsal atmosfer bütün çıplaklığıyla, tüm değerlerden arınmış olarak kendi üzerine yoğunlaşmayı sağlar. Birey yalnız başına iken herhangi bir şeyi gizlemeye ya da deforme etmeye kalkamaz. Savunma ya da saldırı yerine mahiyetleri anlama eğiliminde olur. Dışarıda gördüğü kalabalıkların kendini nasıl rollerine kaptırdıklarını, aslında gerçek anlamda hiç birinin kendini görmediğini, sadece şeyleştirildiklerini huzursuzlukla izler. Kendini gördüğü ölçüde putları ile arasındaki buğu da kaybolur ve putlarını daha yakından görme imkânını yakalar. Putlarını kırdıkça da yaratıcısını daha iyi görme imkânını yakalar.
Kaynak: M. Metin ADIGÜZEL , BEDEN KÖLELİĞİNDEN AKIL KÖLELİĞİNE İNSAN