İnsan biyolojik yapı üzerinde oluşan tasavvur dünyasındaki sembolik işlemlerle hayatını şekillendirir ve yönetir. Bilincinde olduğunun bilincinde olduğu ve kendi hayatını zihninde sembolik olarak tasavvur edebildiği için insan, yaşamakla yetinmez; hayatını sorgular ve hayatına bir anlam vermek, kararlaştırdığı eylemleri tutarlı olarak yönelteceği bir gayeyi hayatında görmek ister. İnsan, ahlâki bir canlıdır. İnsan hayatının ahlâki niteliği olmasaydı, insanın doğa içinde ve tamamen doğanın bir parçası olarak yaşayacağı hayat, insanı biyolojik çerçeve ile sınırlardı. Bu taktirde insan, değişken kültür ve medeniyet meydana getiremez, değişken manevî ve ruhî nitelikler geliştiremezdi.

 

Sosyal yapılanma meydana getirerek yaşayan hayvan türleri vardır. Bununla birlikte, sosyal türler bile sembolik yetiden yoksun olduğu için, onlar ahlâki seçim yapma durumlarıyla karşılaşacak biçimde hür değildir. Hayvanların sosyalliği, biyolojik etki yapan sinyallere genetik olarak ayarlı ilişkilerle birarada yaşamaktan ibarettir. 

 

Yalnız başına yaşamak zorunda kalan bir insan yavrusunun biyolojik olarak hayatta kaldığını varsaysak bile, o ne dil meydana getirebilir, ne de dilin imkân verdiği psikolojik gelişmeyi gösterebilirdi. İnsana manevî ve ruhî niteliklerini veren, birarada yaşamak anlamında sosyal olması değil, sosyal etkileşim sürecinde sembolik düşünme yetisiyle bizatihi hür olan bir canlı olarak eylemlerini kararlaştırma ve seçme durumunda olmasıdır.

 

Bizatihi hür bir varlık olarak eylemlerini kararlaştırması, insana ahlâki ve politik niteliğini verir. İnsan başkalarıyla ilişki içinde psikolojik ve sosyal açıdan gelişir ve kendi hayatına başkalarıyla ilişki içinde yön verir. İnsanın kendi için yaptıkları, doğrudan ya da dolaylı olarak başkalarının insan hayatı, mahiyeti bakımından ahlakîdir ve insanın özü, ahlakî bir olmasıdır. 

 

 

Başkalarıyla birlikte yaşama insan hayatının kaçınılmaz yönü olduğuna ve yaşayacağı hayat biçimini oluşturma genetik olarak ayarlanmış olmadığına göre, toplumun mutlaka bir ahlakî seçimle bu esası belirlemesi gerekir. Bu gereklilik, sadece bir mantık sonucu olarak benim zihnimde ortaya çıkmıyor; istisnası olmayan bir olgu olarak tarihin tespit ettiği ve bugün gözlenen bütün toplumlarda ortaya çıkıyor. Bireyler, şu ya da bu ahlâki esas üzerine kurulmuş toplum hayatı içinde, bilincinde olan canlılar olarak ahlâkî hayatın farkına varıyor ve eleştirisini yapıyor. Bu bilinç ve eleştiri, her bireyin kendi hayatına yön verme çabalarının kaçınılmaz bir parçasıdır.

 

Bundan önceki bölümlerde, insanın kültür ve medeniyet meydana getiren ve tarihsel boyutta değişim gösteren bir canlı olduğunu söyledim. İnsan hayatının biyoloji ötesine geçen bir nitelik sergilediğini vurguladım. İnsan biyolojisinin imkân verdiği biyoloji ötesi sembolik  tasavvur dünyasının biyolojik ve psikolojik köklerini tahlil ederek bu yetinin, bilincinde olduğunun bilincinde olma, dil meydana getirme, içebakış yapabilme, kendini hür hissederek eylemlerini kararlaştırma ve seçme, kavramlaştırma yapma, “ben” diyebilme, iradi yöneliş gösterme gibi çok çeşitli yüzleri olduğunu belirttim. Çok sınırlı sayıdaki refleks ve içgüdü donanımıyla hayatını genetik olarak ayarlı biçimde sürdürmesi mümkün olmayan insanın, bilgi ile iş gördüğünü, sembolik tasavvur dünyasında oluşan hükümler demek olan bilgilerinin insana doğrudan doğruya duyu verisi olarak gelmediğini açıkladım. Ayrıca bilim, günlük hayat deneyimleri, sanat, din gibi türlerinin ayrı ayrı oluşum şartlarını ve niteliklerini inceledim. İnsan deneyimlerinin ve aklın ürünü olan hiçbir bilgi türünün kesin olamayışının mantıkî gerekçelerini ortaya koydum. Kesinliğin,  ancak kanıt arama şartını kaldırarak erişilen iman türü bilgide sübjektif olarak var olabileceğini vurguladım. 

 

Hiçbir aşamada kesin bilgi elde etmesi mümkün değilse ve oluşacak bilgiler kaçınılmaz olarak değişkenlik gösterecekse, insan, hayatını hangi esasa göre düzenleyecek ve insanlar, hangi esas üzerinde birleşecek istikrarlı bir toplum hayatı kurabilecektir? Tarihte bu esas daima, insanların ortaklaşa inandığı bir iman kaynağı ve ona bağlı bir âhlak nizamı olmuştur. Bundan önceki bölümlerde ileri sürdüğüm mütalaâlar topluca göz önünde tutulduğu takdirde bunda şaşılacak bir taraf yoktur. İnsan biyolojisinin ve onun uzantısı olan insan psikolojisinin temel ve değişmez nitelikleri bizi, insan toplumlarının dayandığı temelin, belirsizlikleri gideren, güven ve istikrar doğuran bir iman kaynağı ve ona bağlı bir ahlâk nizamı olduğunu düşünmeye yöneltmektedir. Tarih olguları bu düşünceyi destekliyor.

 

.Bilim, bütün insan bilgileri gibi sübjektif deneyimlerden hareketle kurulmak zorundaysa da, geliştirdiği sınama işlemleriyle hiç değilse görüntülere göre objektif olmayı başarıyor. Fakat bilimin, insanın iradesi dışında belirlenmiş kanunlara göre cereyan ettiği kabul edilen sorun zorunlu süreçlere ilişkin bilgilerinden, insanın hür seçimiyle kararlaştırdığı eylemlerden hangisini yapmasının doğru olacağına ilişkin hüküm çıkarılamaz. Bilim, insanın tasavvur dünyasından bağımsız olgulara ilişkin olduğu halde, hangi eylemi yapmanın doğru olacağına ilişkin  hüküm, insanın kendi iradesiyle benimsediği bir değerler alanına aittir. Birinci bölümde, değerler sisteminin kaynağı nedir diye sormuştum. Değerler sisteminin belirsizlikler üzerinde kurulamayacağını ve hayatta ne yaptığını bilerek ve başkalarına güven duyarak yürümek için insanların, ortaklaşa inandıkları bir iman kaynağına ve ona bağlı bir ahlâk nizamına bağlandıklarını söylemiştim. Buna göre, değerler sisteminin kaynağı nedir sorusunun cevabı, ortaklaşa inanılan bir iman kaynağı ve ona bağlı bir ahlâk nizamı oluyordu. 

 

Bireyin ruhî dengesini koruyabilmesi ve toplumların yaşayabilmesi için gerekli dayanağı gösteren bu biyolojik, psikolojik ve tarihsel tespit, insan hayatını yürüten bir temel süreci ortaya çıkarıyor: Eğer kesin bilginin akıl ve deneyimle elde edilemeyeceği bir konumda, eylemlerin seçimini bir değerler sistemine göre yapmak, değerler sistemini ise bir iman kaynağına bağlamak gerekiyorsa, bunu her insan yapacaktır. Bir fark olacaksa bu fark, ancak değerler ve iman kaynağında olacaktır. Bazı insanların değerler sistemine ve iman kaynağına ihtiyaç duyması ve bazı insanların ihtiyaç duymaması söz konusu olamaz. İnsan biyolojisi ve onun yol açtığı insan psikolojisi, belli bir süre mensup canlılar olarak bütün insanları, içeriğinde farklar olsa bile bir temel süreç olarak bir imana ihtiyaç duyma noktasında birleştirir. İnsan hakikatin ne olduğunu bilmeden hayatına yön veremez. Hakikati kesin olarak bilecek konumdaki bir iman kaynağına bağlanmadan da hakikati bilemez.

 

 

Demek oluyor ki iman, insan hayatında biyolojinin doğurduğu psikolojik bir ihtiyaçtır. Bu nokta göz önünde tutulursa, imanın, biyolojik açıdan bir ihtiyaç olduğu kadar hayatın mantığı açısından da  rasyonel bir nitelik taşıdığı kolayca görülebilir. İnsan hurafelere de iman edebilir. İnsan kaynaklı fikirlere de iman edebilir. Fakat böyle oluşu, imanın ne biyolojik gerekliliğini ne de rasyonel niteliğini ortadan kaldırır. Çünkü insan hayatındaki belirsizlik mutlaka giderilmelidir. O halde insanın meselesi, iman etmek ya da etmemek arasında değil, Hakka iman etme ile batıla iman etme arasındadır. Yakın tarihte totaliter rejimler, insanın iman ihtiyacını psikolojik olarak istismar etti ve Allah’ın iradesi yerine geçme görünümünde, korkuya, baskıya ve denetime dayalı karşı konulamaz bir irade ortaya koydu. İnsan, hakkı ve hakikati aramazsa, onun kaynağını görür de tanımazsa totaliter rejimlerin yeniden kurulduğunu görebilir. Kendi ruhunda manevî hürriyetini kazanmayan,  siyasî hürriyetini savunamaz.

 

İnsan tasavvur dünyasında hürdür dedim ve insan hayatının bir değerler sistemine ve onun bağlı olduğu bir iman kaynağına ihtiyacı olduğunu vurguladım. Bilincinde olsun ya da olmasın bir iman kaynağına bağlanmanın insan için kaçınılmaz olduğunu söyledim. O halde insanın önündeki mesele çok ciddidir: insan ne yaptığını gözden geçirmelidir. Neye bağlandığını, bağlandığı kaynağın ne nitelikte olduğunu belirlemelidir. İnsan, tasavvur dünyasında bağlanacağı iman kaynağını seçmekte hürdür. Hürriyet, sorumluluktur. İnsan, kendi aklıyla karar verdiği, hür ve sorumlu ve varacağı yeri kendi seçtiği için dramatik bir varlıktır. İnsan inanan bir varlıktır.

 

Kaynak: Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar, İnsan İnanan Bir Varlık

zvr