ÇOCUK ve TOPLUM

 

Toplum, bir dizi zorunluluğu karşımıza çıkararak, yaşamımızın bütün kural ve biçimlerini, dolayısıyla
düşünme yetimizin gelişimini etkiler. Ayrıca toplumsallık, organik bir temele dayanır. Bir kez insanın
yapısındaki çift cinsiyetlilikle (hermafrodizm) toplumsallık arasında birtakım ilişkiler vardır. Soyutlanma değil, ancak toplum içinde yaşama, bireyin yaşam içgüdüsüne yanıtverir, güven ve yaşam kıvancıyla donatır onu. Çocuğun ağır bir seyir izleyen gelişim sürecini gözden geçirirsek anlarız ki, insan yaşamının gelişimi ancak koruyucu bir toplumun varlığıyla mümkün olmuştur. Öte yandan, yaşamın gerekleri, insanların birbirinden ayrılmasına değil, aralarında bir dayanışmanın doğmasını sağlayan bir işbölümü’ne yol açmıştır. Herkes bir işi başkalarıyla dayanışma içerisinde yapmak, başkalarıyla bir dayanışma içerisinde yaşamak zorundadır. Bu da, insanın ruhunda yükümlülük olarak yer alan birtakım büyük ilişkilerden doğmasına neden olur. Dünyaya gözlerini açan bir çocuğun, ruhunda hazır bulduğu söz konusu yükümlülüklerden bazılarını aşağıda ele alacağız.

 

Süt Çocuğunun Durumu

 

Büyük ölçüde toplumun yardımını gereksinir çocuk; doğumundan sonra kendisini bir çevre içinde bulur; çocuktan bir şeyler alır, ona bir şeyler verir bu çevre, çocuğa birtakım istekler yöneltir, ondan gelen istekleri yerine getirir. Çocuk, içgüdüleriyle birtakım güçlükler karşısında görür kendini, bu güçlükleri yenmek onu hayli zahmet ve üzüntüye sokar. Çok geçmeden çocuk olmasından kaynaklanan güçlükleri kavrar ve bundan kurtulmak için o ruhsal organı geliştirir; öyle bir organ ki, görevi ileriyi görmek ve çocuğun bir sürtüşmeye yol açmadan içgüdülerini doyuma kavuşturmasını ve katlanılır bir yaşam sürmesini sağlamaktır. Çocuk, çevresinde içgüdülerini kendisinden daha kolay doyuma kavuşturan, yani kendisinden ileri durumda olan insanlarla karşılaşır sürekli. Bir kapıyı açabilmek için gereken uzun boyluluğun, bir nesneyi yerden alıp kaldırabilmek için başkalarında gördüğü gücün, buyruk verip verdiği buyruğun yerine getirilmesini istemek yetkisiyle insanı donatan konumun değerini takdir etmesini öğrenir. Büyüme, başkaları kadar, hatta başkalarından da güçlü olmaya yönelik bir özlem fırtınası ruhunda esmeye başlar. Çevresindeki erişkinlerse, karşılarında kendilerine bağımlı eli ermez, gücü yetmez bir nesne varmış gibi davranırlar çocuğa; ama beri yandan, onun güçsüzlüğü karşısında boyun eğerler. Bu durumda, çocuk için nasıl davranacağına ilişkin iki seçenek söz konusudur: Ya erişkinlerdeki gücü onlara sağlayan çare ve yollara başvurarak isteğine kavuşmak, ya da erişkinler tarafından amansız bir istek diye benimsenip yerine getirilen güçsüzlüğünü sergileyerek amaca varmak. İnsanların duygularında gözlemlediğimiz bu dallanma çocuklarda dönüp dolaşıp karşımıza çıkarak, tek başına bir tipin oluşumuna yol açar. Bazı kimseler başkalarından takdir görme, güçlü olma ve gücünü kullanma doğrultusunda bir gelişme gerçekleştirirken, bazıları da güçsüzlükleri üzerinde birtakım spekülasyonlara girişir, bunları alabildiğine değişik biçimlerde sergilerler. Çocukların duruş ve oturuşlarına, davranışlarına dikkat edersek, bazılarının bu gruba, bazılarınınsa diğer gruba gireceklerini görürüz. İlgili grupların bir anlam kazanması için, çevreyle ilişkilerini anlamak şarttır. Ayrıca söz konusu tiplerdeki devinimler, genellikle çevreden alınıp benimsenmiş nitelikler taşır. Çocuğun eğitilebilirliği de işte bu yalın koşullardan, onun güçsüzlüğünü yenme eğilim ve çabasından kaynaklanır; öyle bir çaba ki, çok sayıda yeteneğin
geliştirilmesi için bir uyarı kaynağı oluşturur. Çocukların konumu alabildiğine değişiktir birbirinden. Bazıları öyle bir çevre içinde yaşarlar ki, düşmanca izlenimlere kaynaklık eder bu çevre, dünyayı çocuğa düşmanmış gibi gösterir. Düşünsel organın yetersizliği dikkate alındı mı, çocuğun böylesi izlenimler edinmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Bu durumda eğitim işe el atıp durumu düzeltmedi mi, ruhsal gelişim çizgisi öyle bir doğrultu izleyebilir ki, çocuk ileride dış dünyayı kendisine düşman gözüyle görür. Hele özellikle yetersiz organlara sahip çocuklardaki gibi büyücek güçlüklerle yüz yüze geldi mi, çevrenin kendisine düşmanca niyetler beslediği izlenimi ruhunda daha da güçlenir. Yetersiz organlarla dünyaya gelmiş çocuklar, görece yeterli organlarla dünyaya gelmiş çocuklardan değişik biçimde algılar çevrelerini. Organ yetersizliği, devinim yeteneğiyle ilgili kimi güçlükler ve tek tek organlarda gözlemlenecek kimi kusurlarla kendini açığa vurur; ayrıca organizmanın direncinin azlığıyla da kendini belli eder, ilgili direnç azlığı da çocuğun sık sık
hastalanmasına yol açar. Ama karşılaşılan güçlükler, çocuğun organizmasının yetersizliğinden ileri gelmez her zaman, çocuğun başarması gereken ödevlerin çetinliğinden de kaynaklanabilir; ilgili ödevler ya anlayışsız bir çevre tarafından çocuğun önüne çıkarılır, ya da ödevlerin çocuğun önüne çıkarılışında gereken dikkat ve özen gösterilmez; kısaca söz konusu güçlükler, çocuğun yaşadığı çevrenin kusurlu niteliğiyle ilgilidir, bu kusurlu nitelik de dış dünyadan kaynaklanan bir güçlük kimliğiyle çocuğun karşısına dikilir. Çünkü çevresine uyum sağlamak isteyen çocuk, ansızın bu uyumu zorlaştıran engellere çarpar. Örneğin moral gücünü yitirmiş pısırık bir ortamda büyüyen çocuklarda böyle bir durumla karşılaşırız; çevrenin aşırı kötümserliği kolaylıkla çevreden çocuğa geçer.

 

Güçlüklerin Etkisi

 

Alabildiğine değişik yönlerden gelip, alabildiğine değişik nedenlerden kaynaklanarak çocuğun karşısına dikilen güçlükler dikkate alınır ve özellikle ruhunun henüz doğru dürüst gelişecek zamanı bulamadığı düşünülürse, çevrenin yadsınmaz koşullarıyla hesaplaşmak zorunda kalan çocuğun dış etkilere hatalı yanıtlar verebileceğini göz önünde tutmak gerekecektir. Böyle bir yığın hata topluca gözden geçirildi mi, ruhsal yaşamın ömür boyu durmadan gelişimini sürdürdüğü ve daha ileri bir gelişim düzeyine ulaşmak, daha doğru yanıtlar verebilecek duruma gelmek için aralıksız çaba harcadığı görüşüne kapılmamak elde değildir. Çocukların davranış ve devinimlerinde özellikle dikkatimizi çeken şey, bir olgunluğa doğru ilerleyen insanın belirli bir durumda verdiği yanıt biçimidir. Bu yanıt, yani bir insanın tutum ve davranışı, onun ruh yapısına ilişkin kimi ipuçları sağlar bize. Bu arada göz önünde tutulması gereken bir nokta, bir insanın, öte yandan bir kitlenin dışavurum biçimlerinin kolay kolay belirli bir modele göre değerlendirilemeyeceğidir.
Ruhsal gelişimi sırasında çocuğun savaşmak zorunda kaldığı ve hemen hemen her zaman çocukta toplumsallık duygusunun gayet kusurlu biçimde oluşumuna yol açan güçlükleri iki gruba ayırabiliriz. Bunlardan birincisi, uygarlığın içerdiği bozukluklardan kaynaklanıp çocukla ailesinin ekonomik durumunda kendini açığa vuran, ötekisi ise organsal yetersizliklerden kaynaklanan güçlüklerdir. Aslında tastamam gelişmiş organlara göre yaratılan bir dünyada yaşar çocuk. Kendisini saran uygarlık, tam anlamıyla gelişmiş güçlü ve sağlıklı organları gerektirir. Dolayısıyla, önemli organları birtakım engelleri içeren çocuk, yaşamın zorunluluklarına yanıt veremez. Örneğin yürümesini geç öğrenen ya da kısaca devinim bakımından güçlük çeken ya da geç konuşan ve uzunca bir süre yaşam için gerekli beceriyi gösteremeyen, çünkü beyinsel işlevleri uygarlığımızın isteklerine yanıt verecek bir tempoyla gelişemeyen çocukları bunlar arasında sayabiliriz. Bilindiği üzere, böylesi çocuklar sürekli sağa sola çarpan hantal yaratıklardır, bedensel ve ruhsal sıkıntılara çaresiz göğüs gererler. Pek kendileri için yaratılmamış bir dünyada hiç de iç açıcı değildir durumları. Gelişim yetersizliğinden kaynaklanan böylesi güçlükler son derece sık görülür. Gerçi zamanla geride bir hasar kalmaksızın bir dengenin kurulma olasılığı bulunmaktadır. Ne var ki, bazen çektikleri ruhsal sıkıntıya çoğunlukla ekonomik sıkıntı da eklenerek, ilgili çocukların ruhunda sonradan kendini hissettirecek bir tortu bırakır. Toplumun mutlaka uyulması gereken kurallarına söz konusu çocukların pek uymayışını anlamak zor değildir. Böylesi çocuklar çevrelerinde akıp giden yaşama güvensizlikle bakarak, kendilerini toplumdan soyutlamaya ve ödevlerden kaçmaya eğilim gösterirler. Yaşamın kendilerine düşmanlığını tüm yoğunluğuyla sezip hisseder ve bu düşmanlığı abartırlar. Yaşamın karanlık yanlarına, aydınlık yanlarından daha çok ilgi gösterirler. Bazen her iki tarafa da aşırı değer verir, dolayısıyla ömür boyu bir savaş durumunda bulunur, başkalarının dikkatini aşırı ölçüde üzerlerine çekmek ister, herkesten çok kendilerini düşünürler. Yaşamın karşılarına çıkardığı zorunluluklara uyarı değil de güçlük gözüyle baktıklarından, aşırı bir ihtiyatla savaşıp tüm yaşantılara karşı çıktıklarından, kendileriyle çevreleri arasında derin bir uçurumun açılmasını önleyemez, giderek realiteden uzaklaşır, dönüp dolaşıp çetin durumların kucağına yuvarlanırlar.
Yakınlarının çocuğa göstereceği sevecenlik belirli bir ölçünün altında kaldığı zaman da yine benzeri güçlüklerle karşılaşılır. Böyle bir durum, yine çocuğun gelişimi için önemli sonuçlar doğurabilir. Sevme içgüdüsü gelişmeden kalır çocukta; dolayısıyla, sevgiyi tanımadığı gibi, ondan nasıl yararlanacağını bilemez, bu da davranışını etkiler. Sevme içgüdüsü aile çevresinde gelişemeyen çocuklarda söz konusu içgüdünün sonradan zorla uyandırılması gibi sakıncalı bir durumla karşılaşılır. Böylelerini ileride herhangi bir aşk eylemini gerçekleştirecek gibi eğitmek güçtür. Aşk duygularından ve ilişkilerinden kaçmak, söz konusu insanların varlıklarının temel öğelerinden biri durumuna girer. Anne ve babanın, eğiticilerin ya da çevrenin başvurduğu eğitsel önlemler sonucu, içinde uyanacak aşk duygularını çocuğun yersiz ve gülünç hissetmesi durumunda da yine aynı sonuçla karşılaşılır. Seyrek olmayarak sevecenliğe gülünç bir gözle bakmaya itilir çocuklar. Özellikle alay konusu yapılan çocuklarda böyle bir duruma sık sık rastlarız. Söz konusu çocuklar duygularını açığa vurmaktan çekinir, bu çekingenlik nedeniyle de sonradan bir başkasına duyacakları sevecenlik ve sevgiyi gülünç bulur, erkeklikle bağdaşmaz görür, kendilerini başkalarına bağımlı kılacak ve başkalarının gözünde taşıdıkları değeri azaltacak bir duygu sayarlar. Daha çocukluklarında gelecekteki tüm aşk ilişkilerinin önüne bir duvar çektikleri görülür.
Genellikle bütün aşk duygularının üzerinden atlayıp geçen sert bir eğitim, çocuğu sevecenlikten uzak davranışlara, kendi içine kapanmaya, çok geçmeden küsüp içerleyerek, kızıp darılarak çevresinden kendisini soyutlamaya zorlar; oysa söz konusu çevreye sahip çıkarak ruhsal yaşamının kapsamı içerisine alması, çocuğun gelişimi açısından büyük önem taşır. Kendini çevreden soyutlayan çocuk, çevrede ilişki kurabileceği bir kişi bulduğu zaman, kurulacak ilişki alabildiğine güçlü bir nitelik taşıyabilir. Örneğin birçok kimse vardır ki, toplumsal ilişkileri tek kişiyle sınırlı kalmış, başkalarıyla bir türlü ilişki kuramamışlardır. Annesinin sevecenliğinin küçük kardeşine yöneldiğini görerek bundan alınıp küsen, bundan böyle eksikliğini duyduğu sıcaklık ve yakınlığı sürekli arayıp duran oğlan bunun için bir örnektir, söz konusu kişilerin hayatta ne gibi güçlüklerle karşılaşacağını ortaya koyar.
Baskı altında eğitilmiş insanların oluşturduğu bir gruptur bu. Buna karşıt doğrultuda da birtakım olumsuz durumlarla karşılaşılır. Eğitimleri sırasında aşırı sevecenlik ve şımartılmaya konu yapılmaları, çocuklarda sınırsız bir sevecenlik içgüdüsünün oluşmasına yol açar; dolayısıyla, söz konusu çocuklar bir ya da birden çok kişiye bağlanarak bir daha onlardan ayrılmak istemezler. Şımartılma işi çeşitli hatalı davranışlarla öyle bir düzeye varabilir ki, çocuk kendi göstereceği sevginin, büyükleri kimi yükümlülüklerle karşı karşıya bırakacağını günün birinde sezer. Örneğin büyüklerin çocuğa, “Seni sevdiğim için, falan ya da filan şeyi yapmalısın” gibi sözler söylemesi, çocuğun böyle bir şeyi kolaycacık keşfetmesini sağlar. Bir aile içinde böyle bir çıban başının oluşumu, sık rastlanan bir durumdur. İlgili çocuklar, büyüklerin kendilerine göstereceği yakınlığı fırsat bilip bundan hemen yararlanmaya bakar, başkalarının kendisine bağlılığını büyükler gibi aynı çareye başvurarak pekiştirip güçlendirmek isterler. Çocuğun aile çevresindeki bir kişiye göstereceği aşırı sevginin hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gerekir. Bir insanın yazgısının tek yanlı böyle bir eğitimle olumsuz yönde etkileneceği kuşkusuzdur. Söz konusu durum, çocukta çeşitli belirtilerin ortaya çıkmasına yol açar. Örneğin, bir büyüğün sevgisini yitirmek istemeyen çocuk, akla gelmedik çarelere başvurur, kendisine rakip bildiği kimseyi, çoğunlukla erkek ya da kız kardeşini bir suçlarını bulup açığa vurarak ya da onları böyle bir suç işlemeye kışkırtarak ya da daha başka bir yol izleyerek büyüklerin gözünden düşürmeye çalışır. Olmadı, hiç değilse anne ve babasının dikkatini üzerine çekmek için baskı yapar, ön plana çıkmak, başkalarından daha çok önem kazanmak için denemediği yol bırakmaz. Başkalarının daha çok kendisiyle ilgilenmesini sağlamak amacıyla ya işi tembellik ve yaramazlığa vurur ya da davranışına bir ödül olarak başkalarını kendisiyle ilgilenmeye zorlamak için uslulukta karar kılar. Kısaca ruhunda izlenecek doğrultu bir kez saptanmaya görsün, çocukta öyle bir gelişim süreci başlar ki, amaca varmak için her şey bir araç durumuna indirgenebilir. Amacına ulaşmak için kötü bir yolda gelişebilir çocuk ve yine aynı amaca ulaşmak için gayet uslu biri olabilir. Bazı çocuklar aşırı derecede huysuzluğa kaçarak dikkati üzerlerine çekmek isterken, daha çok ya da daha az kurnaz kimileri aşırı derecede uslu davranarak aynı amaca varmaya çalışır. Hiçbir güçlükle karşı karşıya bırakılmayan, tuhaf huylarına gülümsenip geçilen, sözü edilmeye değer bir engele çarpmaksızın, canları istediği gibi davranabilen çocuklar, şımartılmış çocuklar arasında yer alır.

Böyleleri, ileride başkalarıyla doğru dürüst ilişki kuracak gibi hazırlanma fırsatını bir türlü ele geçiremez; hele ilişki kuracakları kişiler, kendi çocukluklarından kaynaklanan güçlükler nedeniyle böyle bir ilişkinin kurulmasına yanaşmadılar mı, çocuğun bu amaca yönelik girişimleri tümüyle başarısız kalır.
Güçlükleri yenmeye alışma fırsatı kendilerine verilmediğinden, gelecekteki yaşama yeterince hazırlanamazlar. Yaşadıkları bunaltıcı ortamdan dışarı çıkıp kendilerini yaşam karşısında bulur bulmaz, hemen her zaman başarısızlıkla yüz yüze gelirler. Çünkü çocukluktaki aşırı sevecen eğiticiler gibi, hayatta kimse abartılı bir yükümlülüğü üstlenmek istemez.
Bütün bunların ortak sonucu da, çocuğun toplumdan az ya da çok soyutlanmasıdır. Örneğin sindirim organları pek sağlıklı denilemeyecek çocuklar yeme içme karşısında bir başka türlü davranır, dolayısıyla gelişimleri bu bakımdan normal çocuklarınkine göre apayrı bir doğrultu izleyebilir. Organları yetersiz çocukların kendilerine özgü bir yürüyüş biçimleri vardır; ilgili çocuklar giderek bir soyutlanmanın kucağına itilir, çevreyle aralarında pek bir bağlantı bulunmayan, hatta böyle bir bağlantıya düpedüz sırt çeviren kimselere dönüşürler. Arkadaşlık edecek kimse bulamaz, yaşıtlarının oynadıkları oyunlardan kendilerini uzak tutar, oynanan oyunları kıskançlıkla uzaktan izler ya da suskun bir soyutlanmışlık içinde sürdürdükleri kendi oyunlarına sığınırlar. Ağır baskı altında eğitilen, hayli sert bir eğitim gören çocukları da yine toplumdan soyutlanma tehlikesi bekler. Bunlar da ikide bir, dört bir yandan çıkıp gelen tatsız yaşantılarla karşılaşır, yaşamı olumlu bir ışık altında göremezler. Ya tüm güçlükleri boynu bükük sineye çekmek zorunda olan kimseler, ya da düşman bir çevreye saldırı için hep hazırda bekleyen savaşçılar gibi görürler kendilerini. Yaşamı ve yaşamın karşılarına çıkardığı ödevleri pek büyük güçlükler bilirler.
Dolayısıyla, böyle bir çocuğun aklı fikri kendi dünyasının sınırlarını korumadadır; bir kayba uğramamaya, çevresini sürekli bir güvensizlikle göz altında tutmaya dikkat eder. Aşırı bir sakınmanın baskısı altında geliştireceği eğilimle büyük güçlük ve tehlikelerin kokusunu önceden almaya çalışır, düşüncesizce davranıp herhangi bir yenilgiye uğramaktan sakınır kendini. Bu çocukların hepsinde ortak olan bir diğer karakteristik özellik, aynı zamanda toplumsal duygularının sağlıklı gelişemediğini gösteren bir diğer belirti de, başkalarından çok kendilerini düşünmeleridir. Bu da, ilgili çocukların gelişim çizgisini tümüyle gözlerimizin önüne serer. Söz konusu çocuklar büyüdüklerinde kötümser bir dünya görüşü edinir, yanlış yaşam modellerinden yakalarını kurtaramadıkları sürece hayattan bir türlü zevk alamazlar.

 

Toplumsal Bir Varlık Olarak İnsan

 

Bir bireyin kişiliği üzerinde bilgi edinmek istiyorsak, onu kendi konumu içinde değerlendirmek ve anlamak gerektiğine dikkati çekmeye çalıştık. Konumla da söylemek istediğimiz şey, insanın evren ve yakın çevresi karşısındaki tutumu, etkinlikte bulunma, insan soydaşlarıyla temas ve ilişki kurma gibi sürekli karşısına çıkan sorunlarla ilgili olarak takındığı tavırdır. Bu noktadan yola koyularak, gerek süt çocuğunun, gerek daha sonra çocuğun ve erişkin insanın yaşam karşısındaki tutumunu alabildiğine derin ve kalıcı biçimde etkileyen faktörün çevreden edinilen izlenimler olduğunu saptamış bulunuyoruz. Daha süt çocukluğunun ilk birkaç ayından sonra bir çocuğun yaşam karşısındaki tavrını gözlemleyebilmekteyiz. Böyle bir tavır bakımından ilk birkaç aydan sonra iki süt çocuğunu birbirine karıştırmak olanağı yoktur, çünkü her biri belirgin bir tipi canlandırır ve bu tip giderek daha bir açık seçiklik kazanır, bir kez izlenmeye başlanan doğrultu bundan böyle elden çıkarılmaz. Çocuğun ruhsal gelişimi, günden güne daha çok, toplumun çocuğa karşı davranışlarının damgasını taşır, çocukta doğuştan var olan toplumsallık duygusunun ilk belirtileri kendini açığa vurur, organik kökenli sevgi duyguları filizlenip yeşerir ruhunda ve zamanla öylesine ileri bir düzeye ulaşır ki, artık büyüklerin hep yakınında olmayı ister. Çocuğun sevgi duygularına Freud’un dediği gibi kendisini değil, başkalarını konu aldığını sık sık gözlemleyebiliriz. Söz konusu duygular değişik nüanslar gösterir ve kişiler değiştikçe değişir niteliği. İki yaşını aşkın çocuklarda bu değişikliği dille ilgili dışavurumlarda da saptayabiliriz. Dayanışma ve toplumsallık duygusu bir daha sökülüp atılmayacak gibi çocuğun ruhsal toprağına kök salar ve insanı ancak hastalık sonucu ruhsal yaşamın alabildiğine tehlikeli yozlaşma durumlarında terk eder. Normalde ömür boyu ayrılmaz insandan, çeşitli nüanslar gösterir, kimi sınırlı bir karakter taşır, kimi olumlu koşullarda büyüyüp serpilir, salt aile bireylerine yönelik durumundan sıyrılarak, bir kavimi, bir ulusu içine alır, tüm insanlığa kucak açar.
Bazen bu sınırı da aşıp, hayvanlara, bitkilere ve öbür cansız nesnelere uzanır, hatta kısaca tüm evreni kapsadığı görülür.
Böylece, insanı tanımaya yönelik çabamızda bize yardımı dokunacak önemli bir noktayı ele geçirmiş sayılırız. Bu da, insanı toplumsal bir yaratık olarak ele alıp inceleme zorunluluğudur.

 

Kaynak: Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı

zvr